Dünya emellerinin mahiyetini sonradan anlamış bir genç… Bu gencin çok para kazanma, büyük bir şöhrete sahip olma gibi dünyevî hedefleri vardı. O zamanki düşüncelerini şöyle anlatıyor bu genç:
“Para ve zevk. Bu iki nesnenin bitmez, tükenmez, zehirli, boş hülyaları. O erişemediğim ve eriştiğim takdirde dahi beni hayatta mesut edemeyeceğini sonradan anladığım o neticesiz hayâller, o kupkuru tasavvurlar. Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Yoksa şu bir sürü başıboş mahlûklar gibi ipi boğazına atılmış yaratık mıyım? Hayır! Bu izzetime dehşetli dokunuyordu. Ben hayvan olamazdım. Ben hayvan gibi yaşayamazdım. Fikriyatım işliyordu. Ben bir insandım. Öyle ise insan gibi yaşayacaktım. Ama bu başıboş yaşayışım, acaba bir insanca yaşayış mıydı? İnsan olan insan, böyle mi hayat geçiriyordu? Bilemiyorum, fakat bu düşüncelerin verdiği tereddütlü tutum içinde, adeta çırpınıyordum diyebilirim.”
Bir nefes arıyordu bu genç. Dünyevî bataklıklardan kurtulmak için bir el arıyordu. Boğulmuştu artık, sıkılmıştı. Bir şeyler değişsin istiyordu.
Bir lise arkadaşı onun dikkatini çekti. Namaz vakitlerinde, hademe odasında namaz kıldığını görüyordu. Ruhuyla onu takdir ediyordu. Ve kendi kendine soruyordu: “Benim hayatım mı, yoksa onun hayatı mı insanca bir hayattır?”
Sonra başka bir arkadaşına rastladı. Elinde bir kitap vardı o arkadaşının. Genç, merakla yanına geldi. Arkadaşı ona dedi:
“Gençlik mevzuunda bir bahis okuyordum”
Genç: “Ben de dinleyeyim, devam edin.”
Genç, okuduğu kitaba baktı. Müellifi Bediüzzaman Said Nursî idi. Onun hakkında iyi şeyler duymamıştı gazetelerde. Ama o tahkik ehli biriydi. Duyduğu ile hüküm verecek bir insan değildi.
Arkadaşı okuyordu, o dinliyordu. Zaman su gibi akıp geçmişti. İki saat olmuştu. Genç duraksadı. Bir başka hissediyordu. Sihre mi kapılmıştı? Yoksa bir mıknatıs onu kendine mi çekmişti?
Oradan ayrıldı. Ama aklı oradaydı hâlâ. Şu cümle kulağında çın çın çınlıyordu: “Gençlik muhakkak ki gidecek!”
Dönmeliydi. Eyvah, ya oradan ayrılmışsa? Niçin adresini almadı?
Koştu, gün batıyor. Dolmuşa bindi.
Ah! Kalbi ferahladı. Arkadaşı hâlâ kitapla meşgul.
“Geldim!” dedi.
“Bana bu eseri bir haftalığına veremez misiniz? Yahut nereden temin edebilirim? Bir tane muhakkak almak istiyorum.”
Aldı, o gece geç vakte kadar okudu.
Okuyordu. Çok yerlerini tam anlayamıyordu. Bu nasıl kitaptı? Hem anlamıyordu, hem anlıyordu. Anlıyordu; zira anladığını ifade edemiyordu. İfadeden aciz kalıyordu. Fakat içinde bir inkılâp, ruhunda bir sükûn, kalbinde bir sürur, derin tesir duyuyordu.
Sabahleyin uyandı.
Güneş doğmuştu. İçinde bir hüzün, hem acı bir hüzün vardı. Minareden ezan sesi, İlâhî davet sesi kulağına geldi. O ses, acının sebebini ihtar etti. Sabahtan beri niçin namaz kılmamıştı? Bu acıyı ilk defa duyuyordu. O günde, evet o bahtiyar günde namaza başladı.
İşte Risâle-i Nur’dan Gençlik Rehberi… O da, başta sadece bir kısmını okumakla, onda nasıl böyle İlâhî bir inkılâp, böyle insanca, Müslümanca yaşayışa doğru götüren bir kuvvet meydana getirmiş ve onu nasıl değiştirmişti…
İşte o genç, Zübeyir Gündüzalp idi. Dava adamının davasına ilk sarılışı böyle başlamıştı.
İlk yorumu siz yazın