Bir mâbed üç ibadet

Günümüz mimarî yapıları, ne kadar çok kat o kadar insan anlayışı üzerine kuruludur. İnsanlar onlarca kat yüksekte otururken gökyüzüne yaklaştı, ama onu göremeyecek hâle geldi. Bazı güzellikleri gölgelediklerinin farkına varmadılar. Yüzyıllar öncesinin İstanbul’una baktığımızda göğe yükselen sadece mâbedlerin minareleridir. Bu mâbedler şehre serpilmiş inci misali uzaktan göz alırdı. Şimdiler de ise gökdelenlerin İstanbul’un siluetini bozmuş olduğunu konuşuyoruz. Mimar Sinan belki de yüzyıllar önce çok katlı yapıların bu denli yükseleceğini öngörmüştür ve o sebeple incisini İstanbul’un yedi tepesinden birine kondurmuştur.

Süleymâniye Külliyesi camisiyle, medreseleriyle, hamamıyla, dükkânları ve türbeleriyle oldukça görkemli bir yapıdır. Bu ihtişamlı kompleksin bir köşesinde ise Mimar Sinan’ın mütevâzı türbesi bulunmaktadır. Cami ve avlusunun üç tarafı geniş bir bahçeyle çevrilidir ve tek cephesinden şehri seyretmeye doyum olmaz. Bu eser sadece mimarî ve mühendislik bir başyapıt değildir. İçerisinde birçok sırrı da barındırır. Avlusundaki yere döşeli haçlı taş bir mesaj barındırırken, Kanûnî’nin türbe kapısının üstündeki Hacerü’l-Esved’de de bir anlam gizlidir.

Kanûnî Sultan Süleyman tarafından 1550 yılında Mimar Sinan’a yaptırılan cami, külliyesi ile birlikte 1557 yılında tamamlanmıştır. Mimarisinde sergilenen ihtişam, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş dönemindeki ihtişamla örtüşmektedir. Mimar Sinan, camide verilen vaazın duyulması için akustik sistemi üzerinde çalışmıştır. Bu gayeyle Anadolu’da kullanılan turşu küplerinden içi boş 65 tanesini ağızları aşağıya bakar vaziyette ana kubbenin etrafındaki duvarlara yerleştirmiştir ve küplerin aralarını da yumurtanın akıyla sıvamıştır.

Bir rivayete göre, Mimar Sinan, akustiğin temini için camide nargile içer. Durum Kanûnî Sultan Süleyman’a şikâyet edilince padişah hışımla gelip Mimar Sinan’a bunun sebebini sorar, Sinan da “Sultanım, bakınız bunun içerisinde tömbeki yoktur, sadece su vardır. Bu, çektiğim zaman fokurdayan suyun sesinin kubbeye nasıl ulaştığı ve caminin her noktasına eşit vaziyette nasıl dağıldığını temin için yaptığım bir çalışmadır” diyerek çalışmasıyla ilgili bilgi verir.

Süleymaniye Camii’nin diğer bir özelliği de Mimar Sinan’ın ilk olarak buraya is odası yapmasıdır. Yapıldığı dönemde elektrik olmadığı için cami 275 adet kandil ve bunlara ek olarak mihrabın 2 yanına yerleştirilen dev mumlar ile aydınlatılmıştır. Mimar Sinan, yanan mumlardan çıkan isin camiye zarar vermemesi için orta kapının üstünde bir oda tasarlamıştır. Bu odada biriken isle de mürekkep elde edilmiştir. Bu mürekkeple de o günün siyasî, dinî, idarî bütün fermanları yazılmıştır. Sebebi ise, bütün bu el yazması eserler gibi önemli belgelerde bu mürekkep kullanıldığı zaman, akıcı bir maddenin dökülüşüyle yazıların kaybolmayışıdır. İs odasından caminin içine açılan 2 adet menfezden bakıldığında birinden sadece cami içindeki “Allah” yazılı levha, diğerinden ise “Muhammed” yazılı levha görülmektedir.

Mimar Sinan, Süleymaniye Camii’ni yaparken, avizelerde bulunan kandil çanaklarının aralarına devekuşu yumurtaları koydurtmuştur. Bunun sebebi yüzyıllar sonra ortaya çıkmıştır. Kurumuş devekuşu yumurtası insanın duyamadığı, akrep, örümcek gibi haşeratı uzak tutan bir koku yaymaktadır.

Süleymaniye Camii’nin mimarîsindeki bir diğer özellik de avlunun hemen solunda bulunan ve daha küçük boyutta olan “Cevahir Minaresi”dir. Evliya Çelebi’den rivâyetle camiin yapımının uzaması karşısında malî açıdan sıkıntı çekildiğini düşünen İran Şahı Tahmasb Han, Kanûnî Sultan Süleyman’a inşaatın devamı için elmas ve değerli taşlar göndermiştir. Kanûnî Sultan Süleyman ise kendisini öfkelendiren bu hediyelere cevaben, camiin her taşının bu taşlardan çok daha değerli olduğunu söyleyerek taşları mimarbaşına vermiştir. Mimarbaşı Sinan da bu taşları, inşa ettiği cami minaresinin taşlarının içine yerleştirmiştir. Bu minare, bu değerli taşları içinde barındırdığı için “Cevahir Minaresi” diye bilinmektedir.

Mimar Sinan’ın ana kubbesinde, “Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, Doğu’ya da, Batı’ya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir” meâlindeki Nûr Suresi’nin yer aldığı camide, bazı âyetlerin anlamları ile bağdaşan kısımlara yerleştirildiği rivâyet edilmektedir.

Süleymaniye Camii içindeki ölçülerin de ebced hesabına göre hesaplandığı ifade edilmektedir. Cami içindeki mesafeler ölçüldüğünde, bütün mesafelerin ebced hesabı ile “Allah” isminin katları olduğu söylenmektedir.

Bu gibi pek çok husûsiyetleri ile cami Mimar Sinan’ın inşa ettiği bir mâbed olmakla birlikte bir ibadettir de. Tanpınar’ın da Beş Şehir’de Ulu Camii için dediği gibi, “Cedlerimiz inşâ etmiyorlar, ibâdet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taşlar ellerinde canlanıyor ve bir ruh parçası kesiliyordu.” Bu imanla yapılan bir mâbed elbette mimarının bir ibadetiydi. Kuşlara, çimenlere, ağaçlara, taşlara, kelimelere ‘hû’ dedirten kudretin farkında olan ve bu birliğe dâhil olmak isteyen ecdâd, mekândan münezzeh olan Allah’ın evi denilen camileri pek sevmiş, pek benimsemişti.

İman ve zekânın tecessüm ettiği cami Süleymaniye de asırlar devirdi, fakat insan muhayyilesini cûşa getirmeyi çoklarına devretmedi. Tıpkı mimarının ibadeti gibi cami önce Mehmed Âkif sonra da Yahyâ Kemâl’in ibadetlerine vesile oldu. Bu şiirler bir tefekkürün eseriydi ve bir lahza O’nu tefekkür bin yıllık ibadete eşti.

Mehmed Âkif, “Süleymâniyye Kürsüsü’nde” adlı uzun şiirinin girişinde camiin ihtişâmından, bu büyük mâbedden “işte serâpâ imân” diye bahseder ve “kalacak, doğruluğun yerdeki tek yurdu” diye hakikatin devrilmez, bitmez tek yurdu olarak Süleymâniye’yi işâret eder. Yahyâ Kemâl bir bayram sabahı manzarası çizdiği “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda yapının ehemmiyetine “öz şekil” dediği şu dizelerle değinir:

“En güzel mâbedi olsun diye en son dinin

Budur öz şekli hayâl ettiği mimârînin”

Bizler bugün turist gibi gezdiğimiz bu mimârî yapıya Sinan’ın, Âkif’in Kemâl’in gözleriyle bakabilmeyi öğrendiğimizde, bunu idrâk ettiğimizde, şairin dediği “cedlerin marifet iklimi”ne girebilmiş olacağız ve belki o gün Yahyâ Kemâl gibi “Ben de bir varisi olmakla bugün mağrûrum” diyebilmenin keyfine, bereketine varacağız.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*