Kadının adı var

Cenâb-ı Allah Hz. Havva’yı Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratmıştır. Ona bir eş olsun ve birbirlerinin örtüsü olsunlar diye. Zira Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. Toprağın örten, saklayan bir unsur olarak karşımıza çıkması da bir tesadüf değildir. Hz. Havva yaratılır ve insan soyu onlardan türemeye başlar. Kültürümüzde yaygın hâlde kullanılan, hatta bazı eserlere adını veren “toprak ana”dır. Anadır, çünkü kadın doğurganlığın ve bereketin sembolüdür. Anne, nizâma koyan, işleri çekip çevirendir. Çocuklar en çok annelerinin şefkatine güvendikleri için ağlarken “anne” diye sızlanırlar. Bazı kişilerin karakter özelliğini belirtirken anaç olduğunu ifade ederiz ve onun iyimser, şefkatli, anne gibi olma tarafına işaret ederiz. Oysa babaç, babacan gibi ifadeler çoğunlukla hoşgörülü, cesur anlamlarının karşılığı olarak kullanılır. Câhiliye devrinde, kadın insandan sayılmayan bir mahlûktu ve hak iddia edemezdi. Mirasçı olmanın en temel şartları arasında erkek olmak, silah taşıma ve savaşma kudretine sahip bulunmak vardı, “At binip savaşamayan, ganimet toplayamayan kimseler mirasçı olamaz”dı.

İslâmiyet’le birlikte kadın ve erkek taat ve ibadet noktasında eşit kılındı, herkes Allah’ın kulu olmakla şeref buldu ve bunda cinsiyet ayrımı söz konusu değildi. Muamelede Hz. Peygamber’in (asm) eşlerine karşı tavrı önderlik oluşturdu ve kadına yumuşak huyla muamele edilmeye başlandı. Fahr-i Kâinât’ın (asm) eşlerine, kızlarına ve kadın sahabelere karşı tavrı, her işlerinde olduğu gibi bu hususta da ümmete önder olmuştur.

Orta Çağ Avrupası’nda cadı, büyücü gibi karşılanan kadınlar, İslâmiyet’in hâkim olduğu sahalarda “şeytanlık”tan çıkarak aslî hüviyetini kazandı. İslâm’ın kadın ve erkeğe bakışında eşitliğin değil, kadını korumaya yönelik tavrın var olduğu söylenebilir. Bu tavır eşitlik değil, hakkaniyet ve adalet şeklinde kendini gösterir. Yaratılışı gereği erkek ve kadın arasındaki her paydada eşit olmak kadına haksızlık olsa gerektir. Bu, kadının erkeğe üstünlüğü olarak da anlaşılmamalı, ‘üstünlüğün takvada olduğu’ âdil çözümüyle düşünülmelidir.

Osmanlı’da, kuruluş döneminden yükseliş ve hatta çöküş dönemine kadar kadının yeri yüksek ve bariz olmuştur. Kadın saltanatının varlığı, bazı dönemlerde yadsınamayacak kadar yükselmiştir. Bakış açısının önemi burada da devreye giriyor. Farklı bir açıdan bakıldığında, Osmanlı toplumunda da kadının sultan olduğu bir yer görmek mümkün değildir. Bu dönemde kadına “yoldan çıkaran” nazarıyla muamele edenler olmuşsa da esas meselenin “nefs” olduğunu dile getiren binlerce kayıt vardır. Fakat ataerkil toplum ve ataerkil söylemin yalnızca erkekler tarafından oluşturulduğu yanılgısı bu kayıtlara bakıldığında geçerliliğini yitiriyor.

Görülüyor ki, ataerkil toplum biraz da kadının elinde şekillenmiştir. Fıtratındaki farklılıklar sebebiyle kendini güçsüz ve yetersiz gören kadınlar, kocaları ve oğulları yoluyla bunu sağlamışlar. Soyun oğuldan devam ettiği ve saltanatın oğullardan seçilenlere verilmesi bu düşünceyi beslemiştir. Bu tekelliği benimseyen nesillerin edebiyatlarına da bu yansımıştır. Kadının “maşuk” olarak ele alındığı şiirlerde her ne kadar kadın yüceltilmişse de, bu, edebiyatın ince ve süzgeçten geçirilmiş zarafetinde kalmış, kadın toplumda çok az kimse tarafından lâyık olduğu şekilde anlaşılmıştır. Burada da daha ziyâde kadının analık mesleğiyle anıldığı, değerini buradan aldığı görülmüştür. Hakikatte doğurganlık kadına verildiği ve Allah’a mahsus olan ‘yaratma’ kadın vesilesiyle gerçekleştiği için, kadının varlığı hususî bir manâ bulur. Anne olmadan da ona has kılınmış şefkat ve merhametin, Allah’ın cemâl sıfatına tecellîgâh olması bakımından da ayrı bir yerdedir kadın. Esas ve İslâmî olan görüş kadın ve erkeğin bir bütünün iki eş parçası olmasıdır. Hz. Muhammed’in (asm) sözleri ve fiilleri Allah’ın en azîm ayetlerindendir, öyle ki Resûlullâh’ın ağzından konuşan O’ndan başkası değildir.

Hadîs-i Şerîfi böyle okumak gerekir: “Kadınlar, erkeklerin diğer yarısıdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 94; Tirmizî, Tahâret, 82)

Şayet böyle görülmüyor, bir cins bir diğerine zerre miktarca üstün olduğunu iddia ediyorsa, bu, Kur’ân ve İslâmiyet aleyhtarlarının ortaya çıkardığı, asırlarca yayılmış ve hâlâ devam eden sapkın bir görüşün mahsulüdür. Âyet-i kerîmelerin te’vili hususu da asırlarca farklı algılamaları doğurmuş, esasta birbirine üstünlüğü bulunmayan cinsler arasında ihtilaf ortaya çıkmıştır. İnsana, özelde kadınlara karşı muamelede Hz. Muhammed’in (asm) yolunu tutmak, onların rızâlarını talep etmek Allah’ın rızâsını taleptir.

Resûlullâh Efendimiz (asm) de erkeklere hitap ederek, kadınların hak ve hukukunu gözetmiştir: “Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’tan korkunuz! Zîrâ siz onları Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız.” Başka bir hadîs-i şerîflerinde de: “Sizin en hayırlınız, ehline (eşine ve çocuklarına) en hayırlı olanınızdır. Ve ben de ehline karşı en hayırlı olanınızım” buyurur.  Vedâ Haccı’ndaki meşhûr hutbesinde ise şöyle demiştir: “Ey insanlar! Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz! Sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır.”

“Cennet annelerin ayağı altındadır” diyen dinimiz, kadına hak etmiş olduğu değeri vermiştir. İslâmiyet’in ilk şehidi bir kadındır. İlk Müslüman bir kadındır. Peygamberimizin soyu kızından devam eder. Hz. Ebubekir’in kitap hâline getirdiği dünyadaki tek Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde onlarca yıl bir kadının yanında kalmıştır. O dönemde ise Hristiyanlar şunu tartışıyordu: “Bir kadın İncil’e dokunabilir mi dokunamaz mı?” Kur’ân-ı Kerîm’de, Nisa (kadınlar), Mümtehine (imtihan edilen kadın), Mücadele, Meryem gibi kadın konulu sureler vardır. Fakat mesela, rical (erkekler) suresi yoktur. Biz bu ayki yazımızda İslâmiyet’te kadına verilen değeri ve Peygamber Efendimiz’in (asm) bu konudaki tutumlarını ele almak istedik.

Yani bize göre kadının adı var.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*