Tanışma faslı

Bir sır vereyim mi?

Ne kendimizle tanışıyoruz ne hayatla ne de tanıştığımızı sandığımız arkadaşlarımızla…

Tanışmak, tan kelimesinden geliyormuş. Uyanmak demek. Tan atmak var ya… Işıklanmak, sabahın oluşu…

Tanıdım, yani sana yaklaştım. Tanıdım, yani uyandım. Tanıştık; uyanıştık, birbirimizi gördük, duyduk, bildik, hissettik, hazmettik, ezberledik, içimize çektik.

Yani tanışmak kolay bir şey değil. Bir fedakârlık istiyor. Neyin fedakârlığı? Karşıdakine hak vermek, karşıdakine söz vermek, karşıdakine bir sofra açmak; önce yüreğimizin sofrasını… Bir arkadaşım öyle diyordu: “Sofraya yemek değil, yürek konulur.”

Tanışmak; uyuşmak, yani anlaşmak, uyuşuk kalmak değil!

Önce tanışalım. Göz göze gelelim şöyle…

Haydi! Ver ellerini, bir adım gelsen, koşa koş gelirim… Bir sofra açalım, paylaşalım gökyüzünü… Baharı paylaşalım o sofrada, sen kuş seslerini çağır, ben çiçek tebessümler toplayayım. Tencerende ümit var mı? Korkuyla karışık olsun…

Kalbin nerelerde ha? Koysana sofraya! Çok konuşuyorsun bir de! Duyamıyorum seni çoğu zaman… İsmimi sorma istersen. Her dem yenilenir ruhum, değişir dururum öyle… Hangisini diyeyim? Önce tanışalım.

Şu an kimsin? Nasılsın? Düne takılıp kalma! Gelmemiş yarınlara bel bağlama! Gelmemiş yarınlara bel bağlamışsın, az gülmüş çok ağlamışsın. Ne kadar uzaksın öyle aynalara, kendine, ölüme…

Ne aynalarla tanışıklığımız var ne kendimizle ne hayatla! Yani aynalarla, hayatla, kendimizle tanışıklığımız yoksa kiminle nasıl tanışırız?

Kendini kendine tanıştırırsa insan, çok kişiyle tanışacak, daha kolay olacak…

Birisiyle konuşurken ismini sorarız, mesleğini sorarız, memleketini sorarız.

Tanışalım mı? Haydi tanışalım…

Adım insan, dilim insanca… Aslında ne oluyorsa adımızı unuttuğumuzda oluyor. Adımızın insan olduğunu, yani sevgi, muhabbet olduğunu unutuyoruz…

Adımızın yolcu olduğunu unuttuğumuzda oluyor ne oluyorsa… Kendimizi hancı sanıyoruz, yanılıyoruz… Adımızın yolcu, yani misafir, yani seferî olduğumuzu unutuyoruz.

Neredesin sen?

Seferdeyim.

Kimsin sen?

Misafirim.

Ne demek misafir, sefer? Yani yerinde durmayan, yerinde durdurulmayan. Ne oluyorsa olsun, akıcı bir zamanda olduğumuzu, zamanın bizi kemirdiğini unutmayalım.

Çok mu ders veriyorum?

Evet, bu dersler kendime, kendimle tanışmak istiyorum… “Ben kimim?” sorusunu her an kendime sormak istiyorum. İşte ne oluyorsa o zaman oluyor. Adımı unuttuğumda oluyor.

Tanışalım mı? Haydi tanışalım…

Yaşımı soruyorlar!

-Yaş ve tanışmak, ne alâkası var?

-Olsun olsun.

-Yaşımı sorma bana! Her an ölecek yaştayım. Yaşımı sorma bana! Her an yeniden doğmaktayım.

Bu da bir tanışmak. Sen kaç yaşındasın? Şimdi yaşındasın… Ben de… Şimdi yaşındayız ve adımız insan…

Geçenlerde okudum. Sükûnet neymiş biliyor musunuz? “Geçmişi ve yarını unutup şimdiye dalmak” imiş. Şimdi ile tanışıklığınız var mı? Geçmişi getirebilir miyiz? Geleceği? Onu da getiremeyiz. Şimdiyi getirmemize gerek yok. Önümüze sunulmuş, gözlerimize, ellerimize sunulmuş. Sen bir anlamda şimdisin, yani biz bir anlamda ‘şimdi’yiz. Şimdi ile yani hayatla, yani zamanla şimdi tanıştığımızda, şimdi ile şimdi tanıştığımızda hayatı tutmuş olacağız…

Şimdi ile karşı karşıya gelmek çok heyecanlı bir şey. Şimdi ile tanıştığımızda hayatın o sevecen, sevdirilmiş yüzüyle, o sevgi hâliyle karşı karşıya geleceğiz.

Bütün mesele; ben insanım, ben misafirim, ben buralı değilim, diyerek işe başlamış olmakta. “İnsan en çok kendini unutur” sözünü sık sık söylüyoruz. Kendimizle hiç göz göze gelir miyiz? Kendi kendimize elimizi verir miyiz? Ve her ‘şimdi’nin sonsuz bir sofra olduğunu görür müyüz?

Tanışmak; kendimizin farkına varmak… Tanışmak; zamanın en küçük birimi var ya, an dediğimiz, sözlükler öyle söylüyor, değiştirelim mi onu? Zamanın en büyük birimi, en büyük canlılığı, en büyük kendisi, zamanın zamanı, zamanın en büyük hâli, zamanın en büyük kendisi… Ne o? An. Şimdi. Göz açıp kapamaktan daha kısa.

Annemizin bize ilk baktığını, dünyaya gelir gelmez baktığını, hatırlayabilseydik o tanışma faslını… Nasıl bir fasıldı acaba? Annenin o tebessümü, bizim o gülücüğümüz… Çocuk gülmeyi bilir mi? Bildirilir ve güler… Hatırlayabilseydik… Hatırlayanınız var mı, annenizin size ilk bakışını?

Uzaklaşmayalım… An dediğimiz, şimdi dediğimiz ve hep yakalamamız gereken o şeyden, o tanışmadan uzaklaşmayalım. Uzaklaşırsak hayatı kaçırırız bir daha yakalamamak üzere. Hayatın o safhası kaçıp gitmiştir artık, yeni hayatlara bakacağız. Artık ne kadar kısmetimiz varsa, gülün açılımı gibi… Her bir zaman defter yapraklarının açılışı gibi, misketlerin-bilyelerin dağılışı gibi; şöyle bir avuç misketi serptiğinizde, hele de sert zeminde zıplayışlarını böyle hatırlarsınız. İşte her biri bir an, bir zamanın en hayatlı hâli…

İşte o taze zamanlarla, hayatın kendisiyle göz göze geldiğimizde aslında kendimizle tanışmış olacağız!

Tanışmak; uyanmak… Tanışmak; yakalamak… Tanışmak; bulmak… Tanışmak; göz göze gelmek… Tanışmak; kalbin kalbe değmesi… Tanışmak; aynaların hatırını sormak… Tanışmak; mevsimleri koklamak… Tanışmak; bir çocuğun gülen gözlerinde kaybolmak… Tanışmak; bir şiirin bir mısraında dalıp gitmek… Tanışmak; bir yıldızın göz kırpışına cevap vermek, bir yıldıza göz kırpmak… Tanışmak; hayatın size her an baktığını görmek…

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: Allah’a ısmarladık…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*