Tüketmekten tükenmedik mi?

Sevgili yeşil okurlar, biliyorsunuz her ay Yeşil Yorum köşesinden sesleniyorum size. Bu aya özel kapak yazısıyla karşınızdayım ve bu ay tüm dergi yeşil yorum oldu, daha bi’ bizim oldu sanki. Yeşil bir hayat konusunda bilgilenmek veya benzer görüşte fikirdaşlar bulabilmek, yani aynı şeyi paylaşabilmek bu kadar zorlaşmışken; okurken rahatlatan, “Oh be, işte okumak ve paylaşmak için aradığım görüşler” diyeceğiniz yazılara erişmiş olacaksınız bu ay. Koca bir yeşil yorum var elinizde, üstelik benden çok daha nahif, çok daha derin, çok daha net ifadeli, çok daha bilgi dolu bir ekibin elinden çıkma bir yeşil yorum.

Her neyse, bizim gündem değişmiyor yani. Her zorluğun sebebi diyebileceğimiz: Tüketim. Çünkü neden? Çünkü bütün krizlerin anasıdır tüketim. Tüketmekten zevk alma noktasına getirilmiş bir çağda, tüketime direnmek, “bütün krizlerin anasıdır” demek ve bunun izahına çalışmak çok yorucu olsa da, zor olacak ki sonucu mutlu etsin diyerek, söze başlayalım.

Tükettikçe daha çok tüketmek istedik, çünkü harcamanın içindeki o cılız haz bize yetmedi, hep daha fazlasını arzuladık.

Mesela duygularımızı tükettik. Hak etmeyenlere öfkelendik, hak etmeyenlerden nefret ettik, hiç hak etmeyenleri sevdik, zerre kadar hak etmeyene vefâ gösterdik. Allah nasıl olsa bu duyguların hiçbirine sınır koymamıştı, biz de sonuna kadar tükettik. Sonra baktık ki, sevmek yormuş, öfke yormuş, nefret yormuş, vefa yormuş. Sonucunda ya duygusuz kaldık, ya yarım duygulu veya hep daha fazlasına saldıran bir kişiliğe dönüştük.

Zamanı tükettik fütursuzca. Yetişememekten şikâyet ettik sonra. Ben bu yazıyı bitirmem gereken zamanda bitiremedim, çünkü zamanı kontrolsüzce tüketmeyi çok iyi yapıyorum. Ertelemeyi alışkanlık hâline getirdik, öyle atâlete düştük ki, iyi şeylere bile enerjimiz kalmadı, erteledik. 20’li yaşlarımın sonuna yaklaştım ve gelin görün ki yapmak istediklerimin yarısını bile yapamadım daha. En değerli sermayemizi en kolay şekilde gasp ettiler yani, biz de seve seve, güle oynaya el salladık. Erteledikçe sorumluluktan kaçtık, bize iyi geliyor zannettik, ertelediklerimiz çığ olup üzerimize düşene kadar.

Daha somut dünyaya geçersek; doğal kaynaklar dediğimiz, havayı, suyu, toprağı tükettik. Bedenimizi tükettik, daha da korkunç olanı. Her yiyecek besin değildir, laboratuvar ortamında sanayileşmiş yiyeceklerden uzak durmamız söylendi, ama ağzımızda bıraktığı tattan dolayı, elimiz bıraksa zihnimiz bırakamadı besinsiz yiyecekleri.

Neticesinde, elektron mikroskobuyla görülebilen, canlı bile denemeyecek kadar vasıfsız bir mahlûk, tüm dünyaya korku salabildi mesela. Korku salabilmesinin ilk sebebi de yine bizim tüketiş hırsımız.

En doğal ve en güçlü dezenfektan güneşti, biz güneşin ışınlarının geliş yönünü bozduk, havayı kirlettik, ışınların etkisini azalttık, güneş etkisini gösteremedi. Bunun yerine laboratuvar ortamında üretilmiş dezenfektanlara sarıldık. Tek kullanımlık ürünler mecburî hâle getirildi. Onun cezasını da yine bedenimize ve doğal kaynaklara verdiği zararla çekeceğiz.

O kadar fütursuzca el uzattık ki bizim olmayana, artık doğal yöntemlerle korunayım, zarar vermeyeyim, diyemez hâle geldik, çünkü tüketimin zararını, daha çok tüketimle kapatmaya çalışıyoruz.

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsanî ilişkiler, yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.” (Jean Baudrillard)

Bu sosyolog amcamızın da dediği gibi, aslında üretmek veya sadece tüketime direnmek çok daha tatmin edici olsa da ahlâk değerlerimiz sarsılıncaya ve yok oluncaya kadar madde bağımlısı olduk. Daha çok şeye ihtiyaç duyarken, o ihtiyaçları karşılamak için daha çok şeye ihtiyaç duyar olduk.

Tamam, bu kadar yeter! İçimiz kararmasın. Buraya çok motive edici şeyler yazmayacağım, ama herkes huzur peşinde koşarken, huzuru basit yaşamakta aramayı da deneyebiliriz bence.

Duygu yönetimini daha kontrollü, daha bilinçli yapamaz mıyız mesela? Evet, sınır konmamış hiçbir duyguya, ama İslâm vasatta yaşama hâli değil mi zaten? Ne duygusuz ne aşırı heveskâr olmadan da yaşamak mümkün değil mi? Hem zaten bunları en iyi şekilde yöneten peygamberler yok mu önümüzde?

Zaman kontrolü en zor olanı bence. Çünkü tüketmek için hiçbir şey yapmana gerek yok. Kendiliğinden akıp giden bir şeyi zapt etmek zor evet, ama zaten hayatı da bu kontrolsüzlük zorlaştırmıyor mu?

En kolayı da elle dokunabildiklerimiz… İnsan yediği içtiği şey oluyor, kim olduğumuzu da boğazımızdan geçenler belirliyor yani. 3 hurmayla doyan Peygamberin (asm) 33 çeşitli kahvaltılara giden ümmeti olduk. Çok reklam koksun istemiyorum cümlelerim, ama 2 ayakkabı yeter mi acaba bize? Bir kışlık, bir yazlık? Veya her renk eşarbımız olmasa ne kaybederiz?

Kişisel ölçüde tüketime karşı durmak mümkün, ama kitlesel olarak mümkün olabilmesi için, işin içine devlet yönetimi ve dolayısıyla kapitalizm, emperyalizm derken bir sürü -izm giriyor. İş zorlaşıyor.

Ama ben değişirsem dünya değişir. Belki aldığım kararlarla, topraktaki bakterileri, sucul yaşamı, havayı, okyanustaki bir foku bile kurtaramayacağım, ama bunlara sebep olmamaya çalışmak çok büyük bir vicdan rahatlığı. Ve bu rahatlığı hissettikçe, aslında yaşamanın bize dayatıldığı gibi “paran varsa gez, daha çok harca” gibi zihinsel baskılardan çok daha farklı bir şey olduğunu anlıyorsunuz.

Hepimiz bu anlamı bir yerinden yakalar ve birbirimizle anladıklarımızı paylaşırsak değişim hızlanır ve belki bu hızlı bozunmayı durdurabiliriz, kim bilir…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*