Söz

Sözün ıssı, sözün alır
Sûretse toprakta kalır
                        Yunus Emre

Yunus’un bu sözünün izahı şudur: Âlemler “Ol/kün” sözü ile yaratılmıştır. Konuşmayı ve ruhu veren ilk sözün sahibi Allah’tır. Ruhun varlığını gösteren Allah’ın bağışladığı sözdür. “Kün” emri ile yaratan Allah, kelâmını geri alırsa hayat biter. Sözün sahibi ruhu geri de alabilir. Ruhun taşıyıcısı ve göstergesi olan sûreti (beden) ise ruhla gelmez, toprakla örtülür.

Kün emri aynı zamanda en kısa sözdür. Bu insan için de bir rehberdir. “Hayru’l-kelâm mâ kalle ve delle.” Sözün hayırlısı az olup yol gösterendir. Bediüzzaman, kısa bir sözün büyük bir hareketin başlangıç noktası olduğu gibi bir hareketi de doğrudan neticeye götürebileceği düşüncesindedir:

“Öyle zaman olur ki; bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur.

“Öyle şerait tahtında olur ki; küçük bir hareket, insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır ve öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.” (Hutbe-i Şamiye)

Sözün doğrulukla ilişkisi ise asıl gücünü ortaya çıkarır:

“Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır.”

O halde, şöyle bir prensip ortaya konulabilir:

“Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek, doğru değil.” (Hutbe-i Şamiye)

Dolayısıyla sözün kısalığı ile birlikte doğruluğu ve yerindeliği değerini belirliyor. Bu da iyi işleyen ve çabuk netice veren bir mekanizmaya işaret ediyor. Kişinin söylediği söz, aklının derecesine delalet eder. “Kemâliniz kelâmınızın altındadır” demiş eskiler. William Shakespeare bunun için “Zekânın ruhu kısa sözde yatar” demiştir.  Hazret-i Ali’ye göre de, “Akıl tamam olduğunda kelâm (söz) azalır”.

Zihnin çarklarında üretilen sözün neyin belirtisi (delâleti) olduğu ise şöylece özetleniyor:

“Söz, fikrin kaymağıdır, tasavvurun suretidir, teemmülün bekasıdır ve zihnin işaretidir. Hafifliği, birbiri ardınca gitmesi, meunetinin azlığı, zahmetsizliği ve kararsızlığı sebebiyle bu büyük nimet için söz tercih edildi. Bu nimetin kıymetini bilmemek, inkâr ve israf etmek ne büyük cehalet!” (Kızıl İ’caz)

Sezai Karakoç “bir medeniyet ancak üç temel fikrin gerçekleşmesiyle ayakta durur” diyor.  “İyilikle yaparsınız, adaletle yerine getirirsiniz, bir de bunu güzel yerine getirme vardır. Bir insana bir doğruyu söylerken bunu güzel söylemek vardır.”

Karakoç’un ifadesinde de işaret edildiği üzere, sözün güzeli sözün estetiği ile birlikte anlamını da içerir. Bu sözün büyüsü, ateşi, ışığı ya da gücüdür. Her şeyin güzeli sözde birleşen bir güce dönüşür. Bediüzzaman bunun için buradaki kimyayı güzelliğin döngüsü üzerine kuruyor:

“Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.

“Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zanda emeli. Sû’-i zanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın kàtili.” (Sözler)

O halde, söz, anlamın dağılmış parçalarından güzellikle atılan bağlarla yakalayabildiğindir. Sözün bir ruhu vardır, maneviyatı onun ruhundandır. Bu eğer yalancı bir ruh ise ve gerçek ruhu kovulmuş ve yerine konmuşsa (ve de yerine konuşmuşsa) söz bir sihire dönüşmüştür. Bu sözün sihri gerçek ruhun tazibinden kurtulmak için hakikate savaş açacaktır. O halde hakikat yalnız kalacak (sükût sûretinde) ve kendini korumaya çalışacaktır. Ancak sözü elinden alınsa da kendinden gelen asıl kelimelerini yine de bulacak, asıl her zaman yalanı yok edecektir. Zaten yok olan, olmayan yalan ise bu yokluktan sonra da yok olarak yok olacaktır. Sözün sihiri hakikatin zaferini gizleyecekse de her yalan geçici bir hayretten başka bir neticeye ulaşamayacaktır. Çünkü yalan, çabuk tüketilebilir. Gerçek tarafından kolayca yutulabilir. Şeytanın hileleri pek zayıftır.

“Şeytanın sürmesi, yalama şekeri ve enfiyesi vardır. Yalama şekeri yalan söyletmektir, enfiyesi öfkelendirmektir. Sürmesi de uykuyu sevdirmektir.”

Şah-ı Nakşibend (k.s): Diline sahip olan, dinini korur, demiştir. Siyasetin ve dedikodunun rahatça ve yaygın olarak dolaştığı dönemlerde en güzeli doğru sözü, Allah’ın kitabından okumaktır.

“El-kelâm yecurru’l-kelâm” yani “Söz sözü çeker”dir. Burada sözün bağlayıcılığı ile birlikte sözün gereklerinin zihin açıcı etkisini vurgulamak gerekir. Bu noktadan Thomas Mann şöyle bir yaklaşım getiriyor:

“Özgür olan yalnızca kayıtsızlıktır. Kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır.”

İnsan sözünün esiridir.

“… hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz’-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an, öyle değiller. Bir mizana tâbi’dirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de şübhe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şüphe, ondan tevellüd edebilir.” (Sözler)

Bediüzzaman yine konuyu zihnin çarklarındaki doğru mekanizmaya öteliyor.  Kıyas ile evrensel doğruların zeminine yapıştırıyor. Onun bu tavrı doğru ile yanlışı, eğri ile doğruyu sözde estetik bir yapıyla birlikte soyut güzelliğin alanına bırakıyor. Buradaki bağlam ve sonuçta göreceliğinin sınırları silikleşebiliyor. Gerçek özgürlük zira, düşüncede zaten sınırsız olarak bulunur. Söz ise bağlayıcıdır. Bu bazen kişinin kendinden bazen de dışarıdan gelir. Bu gide gide Barthes’in faşizm dediği noktaya varabilir. Ona göre “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir.” Bu kimin neyi, nasıl, nerede, ne kadar, niçin söylemesi gerektiği gibi pek çok sınırlamalar ile zihnin çarklarındaki düzeneğin bozulmasını (doğrusu, ifsad edilmesi) gösterir bir ölçüdür aynı zamanda.

Bunun bir yönü de aşırı “düzenlenmiş” sözlerin baskısıdır. Victor Berger, “Ateş&Ayna” da buna benzer bir yorum getiriyor: “Düzgün konuşan, akılcı ve mantıklı sözler eden birisi karşısındakini korkutur: Acaba, bu düzgün laflarla gerçeği mi örtüyor? Eksik, kopuk, argolu sıradan bir konuşma ise karşı tarafa daha gerçek gelir. Çünkü gerçek de böyle eğri-büğrüdür, çarpıktır.”

Gerçeği ifade eden sözlerin dijital olmaktan doğal olmaya farkını ortaya koymaya çalışıyor. Doğrusu, sözün güzeli Kur’ân’ın tavsiyesi olan, kavl-i leyyin denilen yumuşak ve incitmeyen bir uygun söyleyiştir. Çünkü “Yanlış üslup, doğru sözün celladıdır” (Şadi Şirazi). Bu durum aynı zamanda bir zevk meselesidir. Şerh-i Mesnevî’de geçtiği üzere, “Konuşan söylediğinden bir tat almazsa, dinleyenler dahi aynı şekilde anlatılandan zevk almayıp söylenilen şey boş bir söze dönüşür.” Burada sözün tadını bozan, zevkini azaltan bir hususu da meşhur dil âlimlerinden Râgıb el-İsfahânî hatırlatıyor: “Birinin sık yemin etmesi, o kişinin sözüne güvenilmeyeceğini gösterir.” Güzel söyleyişe bir örnek olarak, eskilerin “ölmek” yerine kullandıkları ilginç ve zarif bir deyim var: “Tecrîd-i libâs-ı hayat etmek” yani “Hayat elbisesini soyunmak…” Burada zihnin doğru çalışması, güzellik ve hakikatin birleşik sonucu sözde zarifleşiyor, doğruyu doğruca ifade edebiliyor.

Söz azaldıkça incelir, çoğaldıkça silikleşir. Bediüzzaman ‘söz almak’ ile ilgili muhataplarını şöyle uyarıyor:

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”

(Münazarat)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*