Anlam

“Zihnin sarkacı doğru ile yanlış arasında değil, anlam ile saçma arasında gidip gelir.”
Carl Gustav Jung

Fransis Crick bilinç konusunda yaptığı çalışmaları sırasında odasındaki tahtanın tam ortasında ve diğerlerinden çok daha büyük bir sözcük yazılıydı. Bu “anlam” sözcüğüydü. Bu ne demekti?

Nöronlar, ağlar ve beyin bölgelerinin mekaniği hakkında çok şey biliniyor; ama içeride dolaşıp duran onca sinyalin herhangi bir anlam taşımasının nedeni bilinmiyor. Nasıl oluyor da beyin maddesi, bir şeylere anlam yüklemeyi sağlayabiliyor?

Problem budur ve amaç “anlam”ın yerini, konumunu ve kaynağını bulabilmektir.

Alain Robbe-Grilletise kısa çözümden yana. “Dünya ne anlamlıdır ne de anlamsız. Vardır o kadar” diyor. Var olmak yeterli ve gerekli (ya da gereksiz) olsa gerek ona göre. Anlam arayışına ve dışarıdan anlam yüklemeye gerek yoktur.

Bir diğer taraftan, örneğin, marka denilen şey “anlam”dır, diyor Levent Eden, insanlar kendileri için pek farklı, yakın gelen anlama angaje olur, onunla tatmin ararlar. Markadan sıyrılınca ne olur?

Bir de işin teknoloji boyutu var. Melanie Mitchell, The New York Times’ta yayımlanan makalesinde (çeviri: Oğul Tuna) “Bir çok potansiyel zafiyetler, yapay zekâ alanında hâl-i hazırdaki ilerlemelerin, ‘anlam bariyeri’ tarafından engellendiğini ortaya koyuyor” diyor.  Yapay zekâ sistemleriyle çalışan herkes; insan benzeri görsel kabiliyetlerin, dildeki akıcılığın ve oyunlardaki hünerin arkasında aslında insanların olmadığını biliyor: Ne işledikleri girdiyi ne de ürettikleri çıktıyı anlıyorlar. Bu tarz anlama eksikliği, programları beklenmedik hatalar yapmaya ve saptanamaz saldırılara elverişli hâle getiriyor. Bu bariyeri aşmak için makinelere, sığ özelliklerle yetinmek yerine; karşı karşıya kaldıkları durumları daha derinden anlama yeteneği vermek için ne gerekecektir?

“Sorunun cevabını bulmak için insan bilişselliğine göz atmak lazım” deniyor. Karşılaştığımız durumlara dair bizim kendi anlayışımız; dünyanın nasıl yürüdüğüne dair geniş, sezgisel “ortakduyu bilgisi” ile hedeflerimiz, güdülerimiz ve diğer yaşayan canlıların, özellikle de diğer insanların, olası davranışlarına dayanmaktadır. Ek olarak, dünyayı kavrayışımız; bildiklerimizi genelleme, soyut kavramlar oluşturma ve analojiler kurma gibi temel yeteneklerimize -kısacası sahip olduğumuz kavramları yeni durumlara esnekçe uyarlayabilme kabiliyetimize dayanır.

Mitchell’e göre, yapay zekânın anlam bariyerini aşması için muhtemelen bu alanda geriye yönelmek gerekecektir. Daha büyük ağlardan ve veri toplamadan uzaklaşıp bu alanın köklerine yönelerek disiplinlerarası bilimin uğraştığı en zor bilimsel probleme dönmek gerek: Zekânın doğası.

Zekânın yaratılışı gereği maddeye ve ürettiği hayata anlam yüklemekte insan sınır tanımıyor. Bazen de daha kendi sınırlarını aşamıyor. Bediüzzaman buna işaret ediyor:

“Ey insan! Fâtır-ı Hakîm’in senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki: Bazen dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi ‘of, of’ deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalp ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latîfeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latîfe, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.” (Lem’alar)

Bediüzzaman’ın zihnin çarklarında üretilen insanın anlam kodlarına ilişkin iniş çıkışları bir probleme dönüştürüp çözüm olarak tespit ettiği bir işletim prensibi var. Şöyle diyor:

“Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden ‘LÂ İLAHE İLLALLAH’ kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.” (Lem’alar)

Güncemin bir yerinde şöyle demişim, diyor Ayşe Şasa: “Kıyamet günü, Yaratıcı’ya anlamlı ve onurlu bir hikâye anlatabilmeliyim”. Anlam ve onur. Bütün savaşım bu ikisini, cinnet anlarında bile savunmak. Cinnet bir kıyametse, anlam ve onur arayışı kıyamette bile insanı terk etmiyor.”

Görülüyor ki, anlamın yere düştükçe çoğalması ile iniş çıkışları, kaybolup yeniden doğmaları bir yana, diğer tarafta kökünü bulması gerektiğinde gittikçe soyutlanması kaçınılmazdır. Bu durumda bir hakikat burcunda doğuşunu yakalaması beklenir. Bunun nihayetindeki hakikat-anlam ilişkileri o kadar yüksek burçlarda kaynak bulur ki, Bediüzzaman’ın “burcunda ‘yani manasında’” diyerek kurduğu zihinsel tepkimeye insanı mecbur bırakır. Şasa’nın telâşı da bu olmalı. İnsanın varlık problemi de bu anlam arayışına ulaşabilmektir. İşte Bediüzzaman “burcunda, yani manasında” ile bu yüksek hedefe ilişkin ışık gösteriyor:

Örneğin:

“Rahman ismi, Rezzak burcunda (yani manasında) bir şems-i tâbân gibi tulû’ etti; o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.” (Mektubat) veya “… birden Cenab-ı Hakk’ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda (yani manasında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû’ ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.” (Mektubat)

Bütün bunların insanların yapay zekâ üreterek ulaştıkları seviyede ortaya çıkan problemleri çözmede nasıl bir sonuç vereceği ise tamamen kendisini doğru okuması ile mümkün olabileceği sonucuna götürdüğü anlaşılıyor. O halde insan için son öneri şu olabilir:

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!” (Sözler)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*