“Muhakkakı reddediyor, fakat mümkünü inkâr edemiyordu.”
Peyami Safa
Peki ya bilinmezi?
Bilinmezlik zihnin çarklarından eksik kalmaz. Önümüzde arkamızda içimizde dışımızda çoklukla birlikte bilinmezlik de artar. Geçmiş arttıkça gelecek çoğaldıkça daha içe indikçe çok daha yükseldikçe bilinmez de beraberinde gelir ve katlanan bir çoklukla artar. Bilinmezi bir yere koymak ve orada seyretmek mümkün olsa onu eşyanın içinden süzmek gerekebilir. Bilinmezin varlığı ve vücudu ile birlikte bir anahtarı da olsa ve orada görsek ve girsek!
Bilim bilinmezin sınırlarında yaşar. Bilimin ürettiği bilinmezin farklı yüzleridir; bilinenler zihnin posalarıdır, artıklarıdır. Bilim bilinmezi bilinenler arasına yerleştirerek bir bağ kurar; yeni varlıklar ortaya çıkarır. Bu yüzden bilim zihnin arasındaki boşluklara doluşur. İnsanoğlunun tarihi boyunca birçok bilgilerin üretilmesi sonrası çoğunun ölmesi, çürümesi, eskimesi bu yüzdendir. Aradaki bilinmezlerden en az biri yer değiştirirse zihnin çarklarındaki bilgi çürümeye başlar. Bütünlük bozulur. Sağlığını kaybeden bilgi ömrünü tamamlar.
Bilimin her ürettiğine bir varlık giydirmesi doğası gereğidir. Bilim bir tabiattır. Bu tabiatın gelen geçen içinde yeni vücutlar üretmesi gerekirken bilinmezin aktif, bilinenin pasifliği karşısında bu gereklilik bozulur. Bilimin tabiatı, bozulmayı, kaçınılmaz olarak insan benliğine ulaştırır. Bediüzzaman’ın dediği üzere iki tane tagut vardır: Biri tabiat diğeri benlik. Bilim bilgi ile bilinmezin kurgusunu yaparken kendini de beraberinde yaratır(!). Bu nedenle bilim hile ve şüpheden ayrı düşünülemez. Bilimin başarısı bunları gizlemedeki ustalığından, bu da görece bildiklerinin çokluğundandır. Bilim bildiğine değil bilinmezle yaptığı küçük varlıklara inanır. Yani kendi yaptığı putlarına tapar… Başkalarına da benliği ile birlikte putlarını sunar, dikte eder, kabule zorlar. Bu durumda her bilim adamı putunun temsilcisi, elçisidir.
Bilinmezden kurtulmadan bu sahtekârlardan arınmak mümkün değildir.
Bilinmezden kurtulmak şu halde mümkün değildir. Bilinmez yaşadığımız boyutun altında ve üstündedir. Biz onunla sarılmışızdır. İçimizde ve ulaşabildiğimiz yerdedir, bu sebeple içinden çıkılmazdır.
“İnsanlar sürekli ‘Bilim her şeyi bilmiyor!’ deyip duruyor. Herhalde bilim her şeyi bilmediğini biliyor. Eğer her şeyi bilseydi, artık dururdu. Ama bilimin her şeyi bilmiyor oluşu, aradaki bilinmeyen boşlukları size en çekici gelen peri masalıyla, kafanıza göre doldurabileceğiniz anlamına gelmiyor” diyor, Dara O’Briain. O halde, yok nedir, var nedir, bilgisi nedir, şey nedir, bilinen nedir, bilinmeyen nedir, nedir? Bilinmez bütün bunların neresindedir, hangisindedir? Aynı zamanda bir kelâm meselesidir.
Bu durumda, “Yok, mâdumun şey olup olmadığı sorunu, varlığın mahiyete zâit olduğu görüşüne yakından bağlıdır” denmiştir. Varlık ile mahiyeti aynı sayanlar, mahiyet anlamındaki mâdumu şey kabul etmezler. Mâdumun şey olduğunu düşünenler ise, varlığın mahiyete zâit olduğunu söylerler. Basra Mutezilesi, örneğin, mahiyetin varlıksız olarak dışarıda bulunduğunu kabul ederken, Eş’arîler ve filozoflar bunu reddederek menfînin şey olmadığını savunmuşlardır.
Genel anlamdaki mâdum, Basra Mutezile’sine göre, varlığı ve yokluğu birbirine eşit olan mümküne karşılık gelmektedir. Bu anlamda o, ne zorunlu ne de imkânsızdır. Mümkün mâdum, varlık sıfatından ayrı olarak dış dünyada sabittir. Eş’arîler, imkânsız mâdum gibi mümkün mâdumun da şey olduğunu kabul etmezler. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre şeylere, fiilen var olmadan önce ezelde bir hakikat nispet etmek, âlemin kıdemini kabul etmek anlamına gelir. Eş’arî’ye göre, şey ve benzeri kelimeler, varlığı olumlaması ve zatı çağrıştırması sebebiyle mâdum hakkında kullanılamaz. Mâdumu şey olarak nitelemek, onun hem şey hem de “şey-olmayan” olduğu sonucunu doğuracağından çelişkilidir. (Cürcânî)
Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre, mâdum “hiçbir şey değil” (leyse bi-şey) dir. Bu, varlıkla mahiyeti birbirinin aynı kabul eden görüşün sonucudur. Adem kavramı, tam anlamıyla boş kümeyi, mutlak yokluğu anlatmaktadır. Bunun sonucu olarak Allah, âlemi bir şeyden değil “lâ şey”den yani şey olmayandan, yokluktan yaratmıştır. Ehl-i Sünnet kelâmcıları, mâduma şey adını vermemişlerdir. Eğer mâduma şey denirse, nesnelerin henüz var olmadan önce ezelde var oldukları kabul edilmiş olur ki, bu da âlemin kadim olduğu sonucunu doğrurur. Onlara göre şey kavramı mevcut varlıkları ifade ettiğinden mâdum için şey kavramını kullanmaktan çekinmişler ve mâdumun sabit olmadığını söylemişlerdir. (Beydâvî)
İmâm Mâtürîdî, eserinde Mutezile’nin mâduma şey adını vermesini eleştirmektedir. Mâtürîdî bu anlayışı kabul edilemez bulmakta ve şunları dile getirmektedir: Mutezile’nin bu telakkisi, kendilerine, nesnelere ezelde mahiyet (hakikat) atfetme yükümlülüğünü getirir, ne var ki nesneler fiilen yok olup sonradan vücud bulmuştur. (Allah’ın ilminde olması, ezelde olması ile nasıl farklıdır. Daire-i ilim ve daire-i vücut farkı nedir?) Onlara fiilen var olmadan önce mahiyet nispet etmekte ise tevhid ilkesinin reddi söz konusudur; çünkü onlar ezelde Allah’tan başka varlıklar benimsemiş durumdadır; bu ise tevhidi reddetmektir. (Mâtürîdî)
Bu durumda “mâlum ilme tabi değildir, ilim mâluma tâbidir” ilkesi kabul edilirken “O halde mâdum neye tâbidir?” Ya da “mâdum da tâbi midir?” sorusu sorulabilir.
Bilinmez için neden ‘x’ kullanılıyor?
Bunun temel sebebi, 10. Yüzyıl İslam âlimlerinin matematik üzerinde uğraşırken, çözmeye çalıştıkları değişkenler için Türkçede “bilinmeyen” anlamına gelen “şey” sözcüğünü kullanmış olmalarıdır. İslam coğrafyasından gelen bilimi Avrupa dillerine çevirmeye çalışan Orta Çağ İspanyol âlimleri, “şey” sözcüğünü İspanyolcaya çevirmekte zorlanmışlardır, çünkü “ş” sesi İspanyolcada bulunmamaktadır. Buna çözüm olarak klasik Yunan dilinden “kai” bağlacını (ϗ) veya “chi” (Χ veya χ) harfini ödünç almışlar, matematiğin meşhur “bilinmeyen sembolü” ortaya çıkmıştır.
“Küllü ilmin leyse fi’l-kırtâsidâ’a
Küllü sırrın câveze’l-isneynişâ’a”
(Kâğıtta olmayan her bilgi kaybolur, iki kişiyi aşan her sır yayılır) denmiştir. James Joyce de, “Ulysses” için:
“İçine o kadar çok bilmece-bulmaca ve zekâ oyunu koydum ki profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur” demiştir.
Bilinmezlik boşluklarına düşmekten kurtulmanın yolu olsa olsa başta bilinmezin mahiyetini kabul etmektir. Bu imandır. İman bilinmeze inanmaktır. İman başta bilinmezi doldurur. Böylece bilgiyle bilinmezin kurgusu bilinenle imanın yoğrulmasını netice verir. Buna marifet de denebilir. Bilinenle imanın pratiği yapılır. Bilinmez teorisindedir. İman boşlukları dolduracaktır. Asıl ve mutlak bilinmez,‘bilinmez bir hazine’ olan Allah’tır. Kâinatın her noktasında Onun bilinmezliğinin sırları bulunmaktadır. Yaşadığımız boyut da bunun bir yansımasıdır. Bilim adamının bildikleriyle arada sıkıştırdığı ve bu şekilde yol açabildiği bilinmez Onun varlığından başka bir şey değildir. Onun varlığının olmadığı bir nokta bile yoktur. Her nokta sırla kaplıdır. Bu sırrın çözümü ile bilinmezin anahtarı Onun varlığını bilmeye kapılar açacaktır. Onun kapılarını açmakla eşyanın ve varlığın sırları dökülecek, çözülecek ve bilinmez karşısına çıkacaktır. Benliğin Halık’ını bulması ve mekân ve zaman sınırı olmaksızın görmesi ve görüşmesi bu şekilde gerçekleşecektir. Mesele, Bediüzzaman’ın şu izahları ile açığa kavuşabilir.
Birincisi:
“Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zâten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i hâricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Hattâ bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik “a’yân-ı sabite” tabir etmişler. Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u manevîye ve ilmîye girmektir. Yani hêlik ve fâni olanlar vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u manevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.”
İkincisi:
“Her şey, mana-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir. Kendi zâtında müstakil ve bizâtihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikatı yok. Fakat Cenab-ı Hakka bakan vecihte ise, yani mana-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Madum değil; çünkü sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâkî bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. Hem
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ insanın elini masivadan kesmek için bir kılınçtır ki; o da Cenab-ı Hakkın hesabına olmayan fânî dünyada, fânî şeylere karşı alâkaları kesmek için, hükmü dünyadaki fâniyata bakar. Demek Allah hesabına olsa, mana-yı harfiyle olsa, livechillah olsa; masivaya girmez ki
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ kılıncıyla başı kesilsin.” Mektubat
İlk yorumu siz yazın