Görünmek (1)

“Tebarekellezî ceale fi’s-semâi burûcen ve ceale fîhâ sirâcen ve kameran munîra.”1

“Ne yücedir O [Allah] ki, gökte burçlar yaptı ve içlerinde bir lâmba [olan güneş], bir de aydınlatıcı bir ay kıldı.”

Ayet-i kerimenin bir güzel tefsirinde Bediüzzaman aynı zamanda bir görmek ve görünmek felsefesi üretiyor:

“Yani, lâmba tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki:

“Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, Sâni’in haşmetini ve Hâlık’ın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki; müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri Güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahluktur. Demek ‘sirac’ tabirinde Hâlık’ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i’lam eder ve manen der: ‘Câmid bir sirac-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.’”2

O halde, görmek için, suyun aksi / Anlamak için, ışık / Yakınlaşmak için, hava unsuru / Görünmek için ise, bir vücud gerekir. Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” demesi bir görünmek zorunluluğunu ifade ediyordu. Bunun dışında tartışmaya lüzum yoktur.

“Besalu’da dar sokakları, dehlizleri, yüzlerce yıllık aşınmış merdivenleri ve tüm güzellikleri sindire sindire salınıyoruz. Gözümüze sağda solda iskemleler ilişmeye başladı. Tüm kasabada bir sanat sergisi varmış meğerse, konusu ‘İskemle’…

“Bu iskemle üç boyutlu gibi görünüyor ama yanına yaklaşınca fark ediyorsunuz ki, aslında iki boyutlu sadece. ‘Görüntüye aldanmamak lazım’ diyor bize sanatçı” diye anlatıyor Ayhan Sicimoğlu. Sanatın görme ve görünme ilişkisini nasıl kurduğu; izleyici ile sanatçı arasındaki bağların da niteliğini kanıtlar. Burada görüntü hem bir aldatıcı hem de uzlaştırıcı olabilir. Bilimde de durum böyledir. Biz ve çevremizdeki her şey üç boyutlu görünüyor. Yukarısı ve aşağısı, önü ve arkası, soldan sağa… Birçok fizikçi gerçeğin aslında üç boyutlu olmadığını düşünüyor. Bunun yerine gerçeğin asıl özünün iki boyutlu levha üzerine yazılandan ileri geldiğini düşünüyorlar. Bu bakışa göre dünyamız iki boyutlu yüzeyde bilginin üç boyutlu yansımasıdır. Bir iluzyon daha doğrusu bir hologram. Cevap karadeliklerde saklı. İçerisi bilgi dolu bir şeyi karadeliğe atarsanız ne olur? Fizikçiler bilginin sadece karıştığını asla kaybolmadığını biliyorlar. Öyleyse karadeliğe atılan kitaptaki bilgiler sonsuza dek yok olmaz. O bilgi ulaşılması mümkün şekilde hâlâ orada durmaktadır. Fizikçiler bu bilginin karadeliğin olay ufku denilen bir yerde yazılı olduğunu söylüyorlar. Olay ufku geri dönüşün mümkün olmadığı iki boyutlu bir yüzeydir. Benzer şekilde fizikçiler iki boyutlu bir yüzeyde meydana gelen olayların üç boyuttaki ifadede ortaya çıkabileceğini kanıtladılar. Hangisi gerçek? Gözlemlediğimiz üç boyut mu? Yoksa Matematiksel olarak işleyen iki boyutlu ifade mi?

“Zâhirine önem veren bir sûfî görürsen bil ki bâtını harâbtır” der Cüneyd-i Bağdâdî. Bazen bir eksiklik görünmeyi daha cazip de yapabilir: “Yüzde bir kas eksikliği ile gamze hâsıl olur. Zahirde bu bir noksandır. Lâkin sureti öylesine güzel süsler ki, bâtında bir hikmettir…” diyor Cihan Çetinkaya. Yine de fazlaca ortada görünmek, insanlarla görüşmek maneviyâtı rencide edici kabul edilmiştir. Bunun için, eskiler: “İstinâs-ı nâs, alâmet-i iflâs” demişler. İnsanlarla aşırı derecede içli dışlı olmak manevî anlamda iflas alâmetidir diye. Bu bağlamda ortaya çıkan “Riya ile rüya” ikisi de aynı kökten iki kelimedir. “Görmek” fiili olan raâ ( رَأَى ) dan. Rüya, uyurken görülen. Riyâ ise başkasına gösterme yani gösteriş, iki yüzlülük. Eskiden oy kelimesi yerine kullanılan “rey” de görüş anlamındadır. Buradan şöyle bir bilimsel soru ile devam edilebilir: Bazı insanlar veya cisimler aniden kaybolur yani bilinmeze dönüşebilir mi? Bazı açıklanamayan kayıplar… Acaba solucan delikleri geçişleri mümkün kılabilir mi? Mesela ışınlama böyle bir basit işlemle mümkün olabilir mi? Yani bir solucan deliğine girip başka bir gezegenin bir bölümünde ya da başka bir galaksi ya da boyutta tekrar görünebilir olabilir mi?

Suretin süratle ilişkisi… Görünmek mi zor, görünmemek mi? Görünmek sadece bir ışık oyunu mu? Ya da hava olayı mı? Varlık ile vücut bağı mı?

Paul Valéry varlık nedenini, yalnızca maddesini koruma kaygısından uzaklaşarak, biçiminin güzel ve sağlam geometrisiyle doğrulayan, biçimlenmiş, inceden inceye işlenmiş bir nesne ideali üstünde durur. Buna göre, yumuşakçaların şu sözü benimsemesi gerekecektir: Evini kurmak için yaşamak gerekir, yoksa içinde yaşamak için evini kurmak değil. “Yumuşakça kendi kabuğunu kendisi ortaya çıkartır”; yapı malzemesini “kendisi sızdırır”, “o harika örtüsünü kendi ölçüsüne göre damıtır” (L’Homme et la coquill)

Peki, görünmemek bir kaçış mı? Ya da uzaklaşmak mı? Yakınlaşmak mı? Yani uzaklaşmak için mi yakınlaşma için mi görünürüz ya da görünmez oluruz? İnsanın görünür olmak gibi görünmez olmak da bir hayalidir oysa. Işığı büken meta maddeler? Yani insan gözüne görünmez yapmak… Buradaki insanı körleştirmeden görünmez olmak hedefi var. Güneşi niçin görürüz, yakınlaşınca kör oluruz. Şiddet-i zuhurdan kaçar, görünürlüğü isteriz… Görünmek mi görünmemek mi? Yakınlık mı, uzaklık mı?

Bediüzzaman işin hikmetini arayışını şöyle anlatıyor: “Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni’i inkâr eder veya Hâlık’a ‘mûcib-i bizzât’ der. İşte o zaman rahmet-i İlahiye, Hakîm ismini imdadıma gönderdi; bana da masnuatın büyük gayelerini gösterdi. Yani herbir masnu öyle bir mektub-u Rabbanîdir ki, umum zîşuur onu mütalaa eder. Şu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san’attaki hârikalar inkişaf etti, o gaye kâfi gelmemeye başladı. Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi. Yani: Herbir masnuun en mühim gayeleri Sâni’ine bakar; onun kemalât-ı san’atını ve nukuş-u esmasını ve murassaat-ı hikmetini ve hedaya-yı rahmetini, onun nazarına arz etmek ve cemal ve kemaline bir âyine olmaktır, bildim. Şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra san’at ve icad-ı eşyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gayet derecede sür’atli tağyir ve tebdildeki mu’cizat-ı kudret ve şuunat-ı rububiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktezî ve dâî dahi lâzımdır bildim. İşte o vakit, şu İkinci Remiz’deki muktezîler ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki: ‘Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelan-ı eşya o kadar manidardır ki; o faaliyet ile Sâni’-i Hakîm, enva’-ı kâinatı konuşturuyor.’ Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve enva’ının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.”3

(Devam edecek)

Dipnotlar:
1) Furkan Suresi, 61.
2) Sözler, YAN, s. 422-423.
3) Mektubat, YAN, s. 336-337.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*