Doğu ile Batı arasında “Medeniyet”

Batı’nın hegemonyasında pusulasını şaşırmış medeniyetler, var olmanın kutsal mirasını korumanın sorumluluğunu yahut kayboluşa yüz tutmanın dayanılmaz sancısını, asırlardır ruhlarının en derinlerinde hissediyor. Ortaçağ karanlıklarını bir meşale gibi aydınlatan o kutsal miras, irfanıyla, faziletiyle, ilmiyle yekpare bir İslam medeniyetini oluşturuyor. Öyle bir medeniyet ki yüzlerce dil tek vücut olmuş, kahramanca yazılmış tarihlerin mürekkeplerini kaynatmış, okyanusları ve kıtaları birleştirmiş. Semarkand’dan, Kurtuba’ya; Medine’den Tebriz’e; Şam’dan İstanbul’a dillerden aynı kelimeler dökülüyor, aynı dualar ulu semadan göğe yükseliyor. Bu mukaddes inanışın temelleri, maddî manadaki birliğin çok ötesinde; moral bir vahdet anlayışı üzerine inşa edilmiş. İhtilafa düşmüş milletler, iftiraka düşmüş fikirler, vahdaniyetin altın yaldızlı kubbesinin gölgesinde toplanıyor. Tesanüd ve ittifak reçetesinin sunulduğu bu tasavvur, hak inancın pusulasındaki “medeniyetler dostluğunu” asrın kanayan yaralarına bir çare olarak sunuyor.

İhtiyar Osmanlı devletinin ölüm fermanı olan Fransız İhtilâli, Batılı feodelleri bir bir yıkarken, aynı mukaddesin çatısında birleşmiş milletleri ayırmaktan da geri durmuyor. Tesanüd mayasının hamurunda yıllarca yoğrulmuş onlarca millet, bir anda tesbih taneleri gibi dağılıyor Kafkasya’dan Sina Çöl’üne. Artık, İslam ümmeti değil; çevrelenmiş sınırların ulusları var. İttihadın esas alınarak oluşturulduğu “medeniyetler dostluğu” yerini, aynı vücudun uzuvlarının birbirine düşman kesildiği hazin bir yapıya bırakıyor. Tarihten kopuş; geçmişine, atasına, benliğine bir itiraz olarak müşterek hafızayı genç beyinlerden, yeri doldurulamayacak biçimde siliyor. Kolektif bilincin bu kayboluşu, geçmişin şarktan garba sarılmış köklerinden ayırıp âtinin pusulasını, zinde akıllardan çekip alıyor. Tarihe düşmanlık, milletlerin kadim hafızasını, geçmişin ibret dolu dersini, Batılıdan gizlediği paha biçilmez cevherini şuursuzca unutmak demek değil miydi zaten? Kalplerin derinliklerine yerleşmiş, milletler ötesindeki bu engin dostluğun inkıtaa uğramış olması, bir süreliğine müphem bir akıbete sürüklese de Batı medeniyetinin mehasinlerinin, İslâm zemininde yükseldiği bir medeniyet tasavvurunu hatırlarda daima canlı tutuyor.

İrfan ve faziletin vasiliğini yapmış Doğu’nun topraklarında, iki cephe arasında yer bulmaya çalışan kadim kimlikler, “modern olmanın” yolunda aslından, benliğinden, özünden feragat etmek zorunda. Batılı kimlikler, maddeden vücut bulmuş ruhsuz varlıklar olarak inşa edildiğinden fazilet yerine menfaati; dayanışma yerine rekabeti; manevî zevk yerine hedonizmi esas almış. Doğunun “medenî” olanı yakalamak için daimî teceddüd ihtiyacı ise kimi zaman terakkîye neden olmuşsa da toplumsal karakterini tam olarak anlayamadan taklide meyleden grupları yıkıma uğratmıştır. Cemiyetler, insanlardan müteşekkil olduğu gibi insan da cemiyetten müteşekkildir. Öyleyse, en büyük marifet kendini tanımaktan geçiyor. Bu sebeple, insanın kimliğini doğru biçimde anlaması, cemiyetin de kimlik bunalımlarına ve toplumsal anomilerine çözüm oluşturarak, geçmişiyle dost olan genç nesillere ışık tutacağı ümidini daima taşımak gerek.

Asya’nın evlâtlarının, bu ihtilafa düşmüş fikirlerden, iki cephe arasına sıkışmış kimlik bunalımlardan kurtulmasının çaresi taassup ve cehaletin yerini aldığı tahkikî ilim ve müteyakkız idraklerden geçiyor. Madem, fikre dostluk, tarihe, coğrafyaya, özüne dostluk demektir; öyleyse bu müşterek fikirlerin restorasyonu, toplumsal ve siyasî krizlere çözüm teşkil edecek niteliktedir. O halde önce kendimize dost olalım. En büyük marifet bilinen kendini tanıma vazifesininin bilincinde olarak kendi medeniyetinden utanan “mağlup” kimliklerimizden sıyrılıp varlığının farkında olmadığımız cevherlerle kuşanalım. Biz kim olduğumuzu unuttuk, Batı’nın kalıplarına, yapılarına mutaassıbane bağlı kaldık. Mazinin onurunu, geçmişin iftiharını, medenîleşmek yolunda feda ettik. Öyleyse, ahlâkın, umranın, şecaatin esas tutulduğu bu yüksek idraki, gençliği müphem akıbetten çekip şevk ve cezbenin esas alındığı ümitsizliğe yer vermeyen bir oluşumun merkezi haline getirelim. Batının fünunu, doğunun ilmiyle imtizaç ettirip mirasını sakladığımız medeniyeti yeniden inşa edelim. O halde coğrafyamıza dost olalım. Asırlardır, onlarca medeniyeti bünyesinde barındırmış, Doğu ile Batı medeniyetinin kesişim noktasında olan bu kadim toprakların mirasını taşımanın yükünü omuzlarımızda hissedelim.

Tarihimize dost olalım. Geleceğe sağlam adımlar atmak isteyen bir milletin belki de en büyük gayesi geçmişiyle barışmak olacaktır. Ne mazinin iftiharıyla rehavete düşmek ne de tarihiyle bağını koparmak… Geçmişin dersini daim hatırda tutarak, ruhlarında azmi ve ümidi besleyen ve bunun için çabalayan aydın akılların var olduğunun bilincinde olmak gerek. Soğuk rüzgârlarla çalkalanan dönemlerde, hegemonların Doğu ile Batıyı kaynaştırmak yerine medeniyetlerin çatışması tezlerini ortaya attığı zamanlar artık geride kalmıştır. Milletlerin de devletlerin de ömrünün fânî olması nedeniyle, maddî ve geçici birlik anlayışları yerine moral vahdet anlayışı temeline oturtulmuş ideallerin gerçekleşmesinin vakti tam manasıyla gelmiştir. İslâm ülkeleri üzerine yıllardır kara bulut gibi çöken cehalet, taassup ve yoksulluk hastalıkları, İslâm medeniyetlerinin terakkîsine engel teşkil etmektedir. Bu yekpare dostluğun arasına saçılmış menfî milliyetçilik tohumlarının, uzun müddettir milletlerarası tesanüdü inkitaa uğratmasından dolayı İslâm ülkeleri hâlen darmadağın edilmeye çalışılmaktadır. Bu yaraya merhem olarak sunulan ittihad reçetesi, şarktan garba pekçok medeniyetlerin dostluğunu tekrardan ihya ettirme idealini tam bir ihlâsla taşımaktadır.

Durdurulmuş olan İslam medeniyetinin, Asya kıtası üzerindeki yeniden inşası Batının maddî ve ruhsuz emelleri yerine mehasinleri, sanatı ve fünunu gözetilerek; doğunun maneviyatının ve din ilimlerinin üzerinde yükseldiği bir tasavvuru hatıra getiriyor. Bu tasavvurda medenilere yahut muhabbet fedaîlerine düşen en büyük vazife, pusulasını saptırmadan, modernite ve Batının çizmiş olduğu kimliklerde kaybolmayıp, asırlardır faziletin, irfanın ve şehametin bayraktarlığını yapmış bu kutsal mirası hatırlamak ve onu ittifak, tesanüd silahıyla, barışın, refahın ve dostluğun asırlar boyu sürmesi için korumaktır. Öyleyse, “Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun.”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*