Jake Chaphman’ın sanatçıyla izleyen arasındaki bağlantıya değinen aşağıdaki saptaması da önemlidir: “Sanat yapıtı, sabırla pasif bir şekilde durur ve kendisini etkinleştirip var edecek izleyiciyi bekler.” İzleyicinin gördüğü bir süre sonra görmek istediğine, görünmek istediğine dönüşür. Örneğin giyinmek ve farklı giyinmek görünmenin çeşitliliği üzerine düşünülmelidir. Bir de görünmenin bir zevkten başka benzemek isteği ile de ilişkili olduğunu söylemek gerek. Örneğin Rönesans ressamları insan zevk ve arzularını gerçekçi bir biçimde resmetmeyi hedeflemişlerdi. 15. Yüzyıl resimlerinde kullanılan elbiseler, örneğin Carpaccio’nun yaptığı Aziz George serisinde nerdeyse bütün kişilerin elbise ve cübbelerinin üzerinde Bursa ipeklilerinin bulunması hatta “Aziz George’nin Zaferi” tablosunda siyah zırhlı Aziz George dışında herkesin Müslüman görünümlü olması ön plandaki binanın üstünün minare görünümlü olması arka planda pek çok minare bulunması Rönesans eserlerinde pek çok rastlanan gizemlerdendir. Hattâ yine Carpaccio’nun İsa’nın son akşam yemeği tablosunda Hz. İsa’nın yanında bir Müslüman resmedilmiştir. Son yıllarda sanat tarihçileri Rönesans’ı başlatan asıl patronun Gentile Bellini ve Constanza da Ferrara’ya patronluk yapan Fatih Sultan Mehmet olduğu görüşü ifade edilmeye başlandı. Elbette bunda Fâtih’in desteği yanında Müslüman hayranlığının görünme isteği ile birleşmesi olarak görmek gerekebilir.
Bir de “Görünmenin kaynağı nedir, ne olabilir?” sorusu var… İnsan görünmek istiyor bunun için görecek gözler, gördüğünü anlatacak diller ve bunları yazacak kalemler bekliyor; sonra da bunları cisimleserek bir varlığa dönüşmesini bekliyor. Shayegan Fransız ve Alman iki düşünceyi karşılaştırırken Heidegger ile Sartre farkını ifade ediyor. Buradaki nokta şu: Heidegger’in gösterişli bir tarzda ifade ettiği angst (hayret ve heybet) kavramını, Sartre atılganlık (tehevvür) şeklinde çekici ve dinamik bir öyküde açımlamaktadır. Kuşkusuz Sartre, Heidegger’in düşüncesindeki derinliğe, menzil ve onun uhrevî görüşüne sahip değildir. Ama o, kimilerine göre, Heidegger’i hayrete düşüren bir özelliğe sahiptir. Bu özellik, hem güçlü bir drama yazarı ve başarılı bir öykücü hem de sansasyonel bir filozof, yüzde yüz sorumluluk sahibi bir insan, Fransa’nın ve Avrupa’nın en seçkin aydınlarından birisi olan Sartre’ın edebî dehasıdır.” (Batı Karşısında Asya)
Drama, öyküleme, sansasyon ve sorumluluk… Fransız Romantizmini doğru özetliyor. Peki, sebepler dairesi diye bilinen imkân ve olgular dünyası üzerinde bir Vedûd olan Allah’ı tanımak isteyen Müslüman için buradaki görünürlük ne ifade eder? Sebepler eğer Allah’a giden yollarsa onlara yapışmak geçici bir fayda ve görünürlük getirebilir mi? Bunun ölçüsü nedir? Nereye kadardır? Çünkü yine Şâyegân’a göre Fransız kültürüyle İslâm kültürünün önemli bir bölümünü ifade eden İran kültürü arasındaki fark, Descartes ile Hafız arasındaki fark kadardır. Hafız için ölçülebilir olmadan hissetmek, mânevî olan daha öndeydi. Ki Hafız’ın Almanya’nın Goethe’sini etkilemesi bu vesileyle olsa gerek. Bir de Bâkî var, elbette.
Conners teorisi: “Bir olay başta ilgisiz görünebilir, ama mutlaka her şeyin birbiriyle bir ilgisi vardır. Bunu matematiksel olarak ispatlayabiliriz” der… Allah’ı görürcesine ibadet etmek. Çünkü Allah, her an ve her yerdedir. Bunun da her şeyle ve her anla bir ilgisi mutlaka evrensel bir ifadeye bağlanabilir. İbadet ve şuhudda gözleri kapalı tutmak değil, bilakis, gözünü sonuna kadar açmak… Aklın ve zihnin ilgili bütün kaynakları açık tutması mutlaktır. İfadede ise temsiller kullanılır, suretler değil. Hikâyecikler anlatılır, roman gibi değil… Örnek olaylar gösterilir, romanın kalıplarıyla değil… Bunun da sanatsal ifade ve görünüm açısından farkına Bediüzzaman’ın şu ölçüleri ile bakılabilir:
“Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu’ ile tekavvüs edecek ve eğilecek… Tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu’dur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.”1
Heykel ve roman sanatları buradaki mertebe, görünüm, kâmet ve kıymet ayarlarını önemsemediğinden reddedilmişlerdir. Bediüzzaman’ın bu tespitleri aynı zamanda bir sanat eleştirisi olarak okunabilir ki, bunun “İslâm rönesansı” için de âlî bir mertebe ifade edeceği tartışılabilir. Ayın ışığı karanlık gecede fark ediliyor ve geceyi nasıl bir aydınlatıcı olduğu anlaşılıyor. Ancak elektrikle donatılmış şehirde bunun nimet olduğu bilinemiyor çünkü ayın ışığı görünemiyor. “Derece-i hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam ile üflense, şişer; merak edilse, ikileşir; kalbdeki misali, hayali hakikata inkılab eder; o da kalbi döver.”2 Çünkü, diyor Jonathan Swift, “Vizyon, başkalarına görünmez olanı görme sanatıdır.” Peki ilizyon? Batının ürettiği olmadığın gibi görünme vizyonu denilebilir.
Mevlâna Celâleddin gibi zihninde olmak ve görünmek ile ilgili bir ölçü kurmalı:
“Güneş gibi ol şefkatte, merhamette. / Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte. / Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette. / Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
İlk yorumu siz yazın