Bir, iki, üç tıp!

Bazı anıların izleri, hissettirmeden tüm hayatımızı etkilerken bazılarının hissettirmemek gibi bir derdi yoktur. Gizlenmeye gerek duymadan apaçık orada durur. Tüm hayatını nasıl etkilediğini bir köşeden izler âdeta.

Bir, iki, üç Tıp! Ve sonrasındaki uzun sessizlik, soluk alışverişimi yavaşlatıp gözlerimi çiçekli masa örtüme sabitleyip kollarımı bağlayıp çiçek olduğum o otuz dakikayı asla unutmam. Sınıfın tamamında derin bir sessizlik hâkim. Hepimizin tek bir amacı var; hoca tarafından onaylanıp o haftanın kırmızı kurdelesini kazanmak. Tek yaramazlığımız, arada gözümüzü masa örtüsünden kaldırıp öğretmenle göz göze gelmek. Ne kadar sessiz, ne kadar hareketsiz; o kadar onaylanmış bir öğrenci.

Bu küçük ilkokul anısının nasıl tüm 12 yılımın özeti olduğunu fark ettiğimde hayrete düşmüştüm. Hocalar, okullar, öğrenilmeye çalışılan konular değişse de değişmeyen bazı şeyler vardı. Şöyle bir dönüp arkama baktığımda duygularımın içinde olmadığı çok az şeyi hatırlıyorum. Sınıftaki tekdüze hayat, duyguya yer vermekten çok uzak olduğu için hatırladığım anılar çoğu zaman ya ders aralarında ya da dersler dışındaki kesitlerdi. 12 yılımın bomboş geçtiğini düşünürdüm. Ama şu an bakınca çok net görüyorum ki bomboş değildi, çok temel hayat dersleri bilinçaltımıza yerleştirilmişti.

Hannah Arendt şöyle der; “Totaliter eğitimin amacı hiçbir zaman bir görüşün aşılanması olmamıştır; amaç, herhangi bir görüş oluşturma kapasitesini yıkmaktır.” Bu cümlenin doğruluğunu bu sisteme dâhil olan her çocuk gibi ben de yaşayarak öğrenmiştim. Ortaokul yıllarım, on üç on dörtlü yaşlar tesettür kararı aldığım yıllardı. Okulun ilk gününden okul sınırlarına tesettürlü giremeyeceğim konusunda başta müdür olmak üzere okul üyeleri tarafından şiddetli ikazlar almıştım. Hocalarım tesettürümden ötürü beni derslere almıyordu, sınıfın içinde çok defa azarlandığımı bilirim. Ama esas bahsetmek istediğim; bir rehberlik hocasının yine beni dersten alıkoymak için sınıfıma geldiği sırada hocama ve sınıfa dönerek “Bunun bu ‘okulda başını kapama fikri’ kendi fikri değildir, olsa olsa ailesi falan zorluyordur” deyip bana dönerek “Zorla mı kapattın başını?” demesiydi. İlk açık ve net dersimi o zaman almıştım. Bir öğrenci olarak senin bir fikrin olamazdı. Hele hele okulda öğretilen ideolojilerin dışında hiç olamazdı. Hocanın suçunu görmezden gelemem ancak biraz daha derin bir bakış açısı tüm suçu hocaya yüklemez. En büyük suç sisteme aitti.  Bu sistemin amacı kalıba sokulmuş, davranışları önceden kestirilebilen ve denetlenebilen insanlar, daha doğru bir tabirle makineler üretmekti. Ve sistem tam da tasarlandığı gibi işliyor. Uysal ve şekillendirilebilen, iş gücünü sağlamak amacıyla aynılaştırılmış kitleler hedefleniyor.

Yine bu sistemin en iyi bildiği iş; yaşamın getirdiği muazzam farklılıklarla ve farklılığın getirdiği ortak güçle aramızdaki bağı koparmaktır. Küçük yaşlarda temelleri atılan bireysellik, en başta sınıf kuramı ve sonrasında birçok sınıflandırma ile engelleniyordu. Çocukları yaşamdan kopuk bir şekilde yaşlarına, başarılarına ve daha ifade edilmeyen birçok sınıfa ayırıyor, kendini sürekli yetersiz gören insanlar olarak yetiştiriyordu. İfade edilmeyenler demişken hep aklıma takılmıştır; okulun ilk günleri öğrenciyi tanımak adına nereli olduğu ve babasının mesleği gibi çocuğun kendi seçimi olmayan bir sürü saçma soru sorulurdu. Çocuğun, değiştiremeyeceği şeyler üzerinden kendini tanımlamasını sağlamak ne kadar da akıllıca değil mi! Hattâ bazı öğretmenlerin öğrencileri arasında statü farkı oluşturup, değişen tavrını görmek de öğrencilerin gizliden gizliye aldıkları bir başka ders. O ders ile çocuklar kendilerine biçtikleri değerin ancak zenginlik, makam, meslek gibi maddiyat ile ölçülebileceğini öğrendiler. Daha o yaşlarda güçlü olanın kazandığı, zayıf olanın elendiği bir model öğrenmiş olmuyor muyduk? Maddeperestliğin, tabiatperestliğin temelleri o zamanda atılıyordu. Sonra da aynı öğretmenlerden erdemli olmanın faydaları, gerekliliği vs. gibi dersleri duyup belki de defalarca defterlerimize yazıp durduk.

Zorunlu eğitimin örtülü programından aldığımız, yine iliklerimize kadar işlemeyi başarmış bir diğer ders ise karmaşa dersiydi. Öğretilen her ders birbirinden bağımsız anlatılıyor, bir bütünlük içerisinde “bilgiyi nerede, nasıl kullanacağının ilmi” verilmiyordu. Tefekkür ve mana kapıları kapanıyor, marifetullahtan uzaklaşılıyordu. Çünkü marifetullah, ilimden Rabbine ulaşan yolun talimidir. Herhangi iki ilim arasındaki bağlantıyı bile kuramayan bu sistem, ilimle yaratıcı arasında nasıl bağ kuracaktı ki? Yine zil sistemiyle de “Hiçbir konu, üzerinde zaman harcanıp derinleşecek kadar önemli değildir” mesajı verilerek yüzeyselliğin, derinleşememenin ilk adımları atılmaktadır. Zilin çalmasıyla çocukların her ne işle uğraşıyorlarsa onu bırakıp hemen bir sonraki bambaşka işe koyulmalarını istemek aslında yaptıkları hiçbir işin bitirilmeye değecek kadar önemli olmadığı mesajını vermektir. Açıkçası sınıftayken bir şeylerin tam bittiğini hiç hatırlamam.

Okulda geçirilen saatler yetmezmiş gibi okul eğitiminin bir uzantısı olarak “ev ödevi” veriliyordu. Böylece evdeki özel alanlar, oyun saatleri, anne baba ile geçen vakitler gasp ediliyordu. Çocuğun kendi kendine bilgi edinmesinin, keşfetmesinin, bir alana ilgi duymasının önüne geçiliyordu. Kendi öğretmediği bilginin varlığından korkan bir sistemdi bu sistem. Özel bir zaman çocuklar için olmazsa olmazlardan biridir. Çocuk böyle zamanlarda hem kendine hem etrafına ait çok kıymetli bilgiler edinir. Bu özel zamanı bulabilmek için öğretmenden izin alıp ihtiyacımız olmasa bile lavaboya gitmek isterdik, arkadaşlarla kalem açma bahanesiyle çöp başında toplanırdık. En sevdiğimiz günler nöbetçi olduğumuz günler olurdu. Bunların hepsi bu özel zamanı kendine tanıma çabasıydı.

Yeri gelmişken başarılı öğrenci tanımını da gözden geçirmekte fayda var. Müfredat öğrencilerden neyi, ne zaman, nasıl düşünmelerini istiyorsa; en az dirençle istenilen biçimde düşünebilen öğrenciye başarılı deniyordu. Çünkü önemli olan merak değil uyumluluktu. Verilen bilgiyle yetinen, bu bilgi yığınlarını en iyi ezberleyen ve bunun sonucunu da sınava yansıtabilen öğrenci bu sistemin bir numarasıydı.

Sınıf ortamlarında birkaç çocuğun başarılı olarak öne çıkmasına bedel diğer çocukların bambaşka nitelikleri hiçe sayılarak “işe yaramaz” olarak nitelemenin toplum hayatındaki sonuçlarını ne siz ne ben tahayyül edebiliriz. Belki de bazı insanların “sistemin işine yaramaması” gerekiyordu.

Çocukları bir şeyi yapmaya zorlayarak o şeyin yarım yamalak, kötü niyetli ya da umursamadan yapılmasını kesin hale getiriyor olabilir miydik?

Bu sistem içinde yitip gitmek istemeyen milyonlarca çocuğun çığlıklarını duyamadık. Davranışları, okula karşı öfkeleri fıtratlarının sesiydi.Kaç ebeveyn bu sese kulak vermiştir, bilemiyorum.

Tüm bu yazılanlar sonucunda bana “okul, sistem düşmanı” gözüyle bakabilirsiniz. Ama bence bu kadar önyargılı olmayın. Ben de bu sistemin yetiştirdiği biriyim. Zihinleri eğitirken, ruhların boşlukta kaldığı bu sistemdeki milyonlarca öğrenciden biri olmuş olmam hasebiyle bile yazdıklarımın kıymetli olduğunu düşünüyorum. Eminim aramızda daha nice gözlemler, anılar, iyileşmeyi bekleyen yaralar vardır. Ne de olsa hepimiz bu sisteme 12 yılımızı verdik. Müsaade edin de biraz konuşalım.

Problemler gün yüzüne çıkarılmadan çözüm önerilerinin ne kadar zarurî olduğunu anlayamayacağımız için önce problemleri iyi bilmek gerekir. Yazımın büyük bir kısmını problemler üzerine yoğunlaştırdım. Problemin ciddiyetini anlayabilirsek çözümü konuşmaya başlayabiliriz.

Öncelikle bir çözüm, fayda ararken bunun küresel anlamda bir çözüm olmaması gerektiğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Genele hitap edecek şekilde uyarlanmış her çözüm önerisi bizim hâlâ sistem kafasıyla düşündüğümüzü gösterir. Bu yüzden tek bir çözüm yolu düşünmek mantıksız olur.

Allah kullarını yaratırken onları farklı kıldı. Bu farklılık her zaman saygıyı hak eder. Bu çocuk için de böyledir. Her çocuk farklı bir esmanın tecellisidir. Dolayısıyla onları tek tipleştirmek zulümdür. Gerek sistemin gerekse de eğitimcinin bu farklılıkları esas tutması, çocuğun istidatlarını keşfetmesine ortam hazırlayacağı bir modeli uygulaması gerekir. Bu fıtrî olandır. Bunun aksi tüm modeller fıtrata ters olduğu için uzun vadede zarar getirir.

Fıtrata saygı aslında en temel Nebevî öğretidir. Efendimiz (asm) hiçbir Sahabeyi diğerine benzetmeye çalışmamış, tek tipleştirmemiştir ve onların mizaçlarına uygun bir şekilde onlarla muhatap olmuştur. Belki bugün sistemi tam anlamıyla değiştiremesek de bu Nebevî bilinci yakalayan ebeveyn ve eğitimcilerin sayısı çoğaldıkça bu sistemlerden hasar gören nesillerin sayısı da azalacaktır.

4 Yorum

  1. Kaleminize sağlık Süeda hanım. Günümüz eğitim sistemine çok iyi bir pencereden bakıp düşüncelerimize tercüman olmuşsunuz. Sağlıcakla kalın.

  2. çok farklı düşüncelere sevk etti zihnimi bu makale. oğlu anaokuluna yeni başlamış bir anne olarak. taptaze bir zihni nasıl bir ideolojiye emanet ediyoruz. ve kendi okul hayatım….kaleminize kuvvet. siz hep yazın

  3. Şu yazdığınızın 10da 1 ini yapsaydik eğitimde şimdi japonyayla yarışıyorduk 5 te 1 ini yapabilseydik şu anda osmanlıyfık 2de 1ini yapsaydik Endülüs Emeği devleti veya Abbasi devletiydik.

  4. kaleminize yüreğinize sağlık su eda hanım.egitim değil dayatma.yillarca derslerde hep aynı konular üzerinde dönüp durmak. tek düze. insanları kapitalist düzene hazırlamak için adım atılmış bir sistem.dersler ödevler için çocuklarımızla yüz göz olma maliyiz .onlara verebildiğimiz kadar sevgimizi vermeli güzel anılar biriktirmeliyiz.saygilar

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*