Bilim (1)

İki şey vardır ki sonu bulunmaz; ilim ve akıl…

Hz. Ali (ra)

Bilimin, bilginin, tecrübenin ve öğrenmenin insan çabasına bağımlı olması ile kendini bir sınırlı ve belirsiz evreninde tanımlaması ile gerçekleşebileceği ön görülmektedir. Bunu ifade için olsa gerek; “İlim talibi deniz suyunu içen kimse gibidir, deniz suyunu ne kadar çok içerse o kadar susar” der İbni Melek. Bunun insan için sınırlı ve belirsiz olması ile Allah’ın bilgisi, ilmi ve görüşünün mutlak ve sonsuz olması arasında bir birleşimi ifade etmesi aslında dinin belirlediği bir şeydir. Bunun için de:

“İslâmiyetin menşei, ilim; esası, akıldır.” (İşârâtü’l-İ’caz) tespiti asıl olmalıdır. Taftazanî şöyle buyurmuş:

İlimde “Niçin?, Neden?” soruları olmasaydı, hayatta “Ne kadara?” sorusu olmasaydı, haberlerde/rivayetlerde de “Kimden rivayet ettin?” sorusu olmasaydı bugün her sokakta bin âlim görürdük.

Bediüzzaman bilginin, bilimin hakikî ilimle kuvvetli bağını ancak kalple kurabileceğini kabul eder. Bununla ilgili olarak şu ifadeleri dikkat çekicidir:

“Nur-u fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp mezc olmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzii {Haşiye: Meali: Gözün gündüze benzeyen beyazı geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa; göz, göz olmaz.} leyle-i süveyda ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir.”

“İlimde iz’an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.” (Hutbe-i Şamiye)

Her şeyde olduğu gibi, görmek ve bakmak ile göstermek ve görünmek bilimin, bilginin ve aklın da işlevini belirleyen önemli ölçülerdir. Kâimî’nin basar ile basiret karşılaştırması akıl ile kalbin bakmada veya görmekteki farklarını açıklayıcı özellik taşır. Şöyle demiştir Kâimî:

“Basar halkı görür dâim

Basiret Hak ile kâim

Basar her dem olur nâim

Basiret görmede Yâr’ı”

O sebeple olsa gerek:

“Basîret ehline olmaz hafî esrâr-ı pinhânî.” (Basiret ehline saklanmış sırlar gizli olmaz, onu daim görürler) denmiştir.

Kimisi de akıl ile kalp karşılaştırmasını akıl ile aşk üzerinden yapmıştır. Şirazlı Hafız gibi: “Âkılân nokta-i pergâr-i vücûdend veli Aşk dâned ki derin daire sergerdânend” sözleriyle, Akıl yolunda olanlar bu varlık pergelinin noktalarıdır fakat “Aşk” bilir ki, onların da bu dairede başları dönmüştür, demiştir.

Feryal Özel bilim için sorulamayan sorular olduğunu kabul ediyor:

“Büyük neden”in cevabı bulunabiliyor mu? Evren neden var? Yeryüzü neden var? Biz neden varız? Neden bütün bunlar…

-Sadece şunu diyebilirim: Enerji varsa… Olabilecek olan her şey oluyor! Sonsuz zamandan bahsettiğimiz zaman, enerji her şeyi yaratıyor. Ama “Neden bir enerji var?” bunu bilmiyoruz. Onun bir cevabı yok. Onu, sorabileceğimiz bir soru haline bile getiremiyoruz. (Ayşe Arman röportajı)

Özel, meselâ ışınlama konusunu işlerken de bir yere kadar getirip bırakıyor. Onun bıraktığı yer, aslında asıl problemin kaynağı. Yeniden olabilme/yaratılabilme.

Peki ya “ışınlanma”? Bir gün gerçek olacak mı?

-O daha zor! Çünkü maddeyi parçalarına ayırmak kolay, ama o parçaları tekrar bir araya getirmek zor. Bu, bir fizik kanunu. Yumurtayı kırarsınız ama tekrar aynı hale getiremezsiniz. Tek tek yapıştırırsanız belki bir yumurta olur ama doğa, genelde daha karmaşığa gidiyor, daha düzenliye gitmiyor… Tamamen bir şeyi parçalara ayırıp, bir başka yere transport edip, orada tekrar birleştirmek çok büyük çabalar sonucu gerçek olabilir.

Ama siz, daha çok “olabilirci”siniz… Di mi? Enerji varsa olabilir…

-Evet.

(Aynı röportaj)

Her halde, arayış güzeldir. Aramadan beklemek veya buldum demek, çirkindir. Cehalet arayışı küçümser ve kaçar, bilim ise bir arayıştan ibaret görse de varlığını yine de güzelin içinde sayılmalıdır. Cehaletin her türlüsü çirkindir; bilimin ve ilmin her adımı bir değerdir.

“Cehldir âdeme zindân-ı belâ

Ki düşenler göremez rûy-i rehâ”

(Cehalet insan için bir bela zindanıdır. Oraya düşenler kurtuluş yüzü göremez.) (Nâbî)

Sait Halim Paşa, Müslümanların niye geri kaldığını şöyle açıklıyordu:

“Bizim dimağımız henüz eşyadan fikirlere intikal edemiyor, fikirlerden eşyaya geçmeyi tercih ediyoruz. Çünkü bu sayede düşüncelerimiz sonsuz hayaller içinde, her şeyi kendi emellerine göre tertip edebileceği hayalî bir çevre bulabiliyor.”

Evet, Müslüman zihnî emsalsiz bir soyut yeteneğe kolayca sahip olabiliyor. Ancak, bunun somut karşılıkları, araç ve gereçleri, kullanılabilir ve üretilebilir olabilecek seviyelere indirgemekte yeterli çaba ve gayret bir süredir gösterilemiyor. Deney ve gözlemler terk ediliyor. Önkabul, yargı ve inançlar kapalı kutular içinde esir ediliyor. İlk dönem müthiş İslâm inkılabının çok kısa süredeki dünyayı istilâ etme başarısı öncelikle gayretin sayesinde olmuştu. Bediüzzaman da gayrete dikkat çeker: “Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!” (Son Şahitler)

Bilimin en kötü sonucu bile gayretten ayrı düşmemiştir. Tembellik cehâletin meyvesidir. Basit şeyleri bütünün kendisi görmek gibi tembellikler de buna dahildir. (Üretici tembellikler, ki bunlar gelişimin önayaklarıdır; tecrübe ve uzun süren bekleyişlerden doğmuştur.) Bir molekülün karmaşık yapısı karşısında şaşkınlığa düşüp, “Aha işte bunu artık açıklayamayız; demek ki bir süpergüç yaratmıştır” demek bilimsel bir yaklaşım değildir. Eğer buna yenik düşecek olursak, akla gelebilecek her unsuru bu şekilde açıklamaya meyledebiliriz; bu durumda da konuların gerçek nedenlerini asla keşfedemeyiz.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*