Eskilerin çok güzel bir sözü var: “Lâ edrî nısfu’l-ilm.” (Bilmiyorum demek [diyebilmek] ilmin yarısıdır.)
Bir diğer müşkülat da bilmekte ve sual sorabilmekte:
“Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi. Bilmez ki sorsun, bilse sorardı.”
VIII. asır âlimlerinden Şa’bî’ye bir sual sorulduğunda “Bilmiyorum” demiş; “Sen Kûfe’nin en büyük âlimisin, bilmiyorum demek sana yakışır mı?” dediklerinde “Meleklerin en üstünleri ‘Bilmiyoruz’ dediler, ben desem ne çıkar” şeklinde karşılık vermiştir. Bilmiyorum demek erdemdir. Bilimin erdemi de bilmiyorum diyerek ilerleyebilmesidir. Ancak, bilebilirim diyerek geleceğini aydınlatabilir. Sadece ben bilebilirim diyerek de karartabilir. O halde, bilgi ve bilmenin edebi meleklerin cevabı ile öğrenilebilir:
Melekler dediler: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm ve Hakîmsin.” (Bakara, 32)
Michael Brooks bir makalesinde (New Scientist) Matematiğin mantıksız etkileyiciliği de denilen bir şeyden bahsediyor. Buna “matematiğin mantıksız etkinliği” diyorlar. Fizikçi Eugene Wigner, 1960’larda, yalnızca sayıları manipüle ederek, gezegenlerin hareketlerinden ve temel parçacıkların garip davranışlarından, her tür doğal olayı şaşırtıcı bir netlikle tanımlayabileceğimiz ve tahmin edebileceğimiz tuhaf gerçeğini özetlemek için bu ifadeyi kullandı. Milyarlarca ışık yılı uzaktaki iki kara delik arasındaki çarpışma. Her şeyin başarısız olduğu yerde matematiğin başarılı olup olamayacağı merak ediliyor. Maddenin hissedilen deneyime nasıl yol açtığı, en can sıkıcı sorulardan biridir. Ve elbette, bilincin ilk matematiksel modeli, mantıklı bir şey söyleyip söyleyemeyeceği konusunda büyük tartışmalara yol açtı, çünkü, ortaya çıkardıkları şey, bilincin kesin bir tanımını elde edeceksek, sezgilerimizi bir kenara bırakıp her türlü cansız maddenin bilinçli olabileceğini kabul etmemiz gerekebileceğini gösteriyor gibi görünüyor – belki de bir bütün olarak evren. Almanya’daki Münih Matematik Felsefesi Merkezi’nde matematikçi olan Johannes Kleiner, “Bu, bilimsel bir devrimin başlangıcı olabilir” diyor. Bununla ilgili olarak, akla ilk gelen Hüseyin Hatemi’nin dediği gibi: “Hayatta en pratik şey, teoridir” ifadesidir. Gelinen nokta ile doğrudan ilişki için Bediüzzaman’ın yıllar önceki bir keşfine dikkat kesilmek gerekebilir. Bugün bile bilim bu kadar açık konuşamıyor, ama Bediüzzaman çok emin görünüyor:
“Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse bilfarzı’l-muhal, minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karib bir ihtimal.
“Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları, zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.” (Sözler)
Ne de olsa, Philip Pullman’ın dediği gibi, bilim büyük bir mecaz kaynağıdır. Elbette, burada konu edilen mecazın şüpheyi değil keşfi ve hakikati gösterecek olması lâzımdır. İsmet Özel, “İçimdeki şu zalim şüpheyi kaldır. Ya sen gel ya beni oraya aldır” derken mecazın gerçekle buluşacağı noktadaki açıklığı kapatma gayretini ortaya koyuyordu. Bilgi, bilim, düşünce insanın varlığını devam ettirdiği sürece bitmeyen bir akışı vardır. İnsan bildikçe aslında tereddüdü artar, şüpheleri çoğalır; ufku genişledikçe netlik de dağılır. Kesinlik varılması kaf dağının ardında bir hayaldir. O halde, insanı tereddüt ve şüpheleri rahatlık duygusunu zayıflatır, endişeleri arttırır. Güven olmadan, emniyette hissetmeden yaşanamaz. İnsana bunu sağlayacak imandır. İman sonsuz bir denizdir, zihinleri sahil-i selâmete kavuşturan bir sudur.
Gelenbevî şöyle demiştir: “Allah’a hamd olsun ki, bizi şikâyetten ignâ etti. Bu şikâyetler metâlib-i dünyeviyenin ulûm ve meârife kılleti terettübünden dolayıdır. O zamanda ulûm, kemâlâttan addolunurdu. Biz, bir zamâna yetiştik ki, ulûm ve maârif, meâyibden ma’dudur. Artık terettüp ve şikâyet yoktur.”
İhyâ’nın ilim bahsinde Hasen-i Mevsılî’den şöyle bir rivayette “Hasta kişi yeme, içme ve ilaçtan mahrum edilirse ölmeye yüz tutar. Bunun gibi eğer insan da ilimden uzak kalırsa onun kalbi de ölmeye mahkûm olacaktır” der. Mustafa Özel: “Arşive Ruh Veren Tarihçi: Mehmet Genç” yazısında söylediği gibi: “Medenî hayatın bütün formalite ve yüklerinden arınmadıkça, kendinizi topyekûn ve sadece ilme vermedikçe, ilim de size kendini vermez!”
Dâhi denilen kişide üç veche tesbît olunabilir. Bunları aynı zamanda bilim insanı için de gerek nitelikler olduğunu söylemek gerekir. Bunlar:
Birincisi, olağanüstü bir çağrışımlar dizisinin de bulunduğu geniş bir hayâlgücü. İkincisi, müdhiş bir seziş; ve sezgi verisinden hareketle çelişkiye düşülmeksizin akıl yürütme yetisi. Üçüncüsü, muazzam sabır ve buna bağlı çalışma arzusu ile kudreti. (Aklın Anatomisi, Ş. Teoman Duralı)
“Ütopya içermeyen bir dünya haritasına bakmaya değmez!” Oscar Wilde’ e göre. O halde bilim ve ütopya ilişkisi nedir? Wilde için de söylersek bilimin neredeyse tamamı ütopyadır. Öyle bir denizden bahsediyoruz ki, sadece denizden ibaret bir deniz; yani kıyısız bir deniz. İlim için de öyledir, ki kendinden başkasını kabul etmeyen kıskanç birine benzetilir. “İlim çok kıskanç bir şeydir. Para, şöhret ve mevkiyle hiç uzlaşmaz, hemen kaçar. Siz farkına dahi varamaz, arkasından bakakalırsınız”. (Mehmet Genç)
R. Feynman bilimin en büyük bir handikabından bahsederken şöyle demişti.
“Bir şeyin ismini bilmekle, o şeyi bilmek aynı değildir.”
Aynı şeyi Bediüzzaman meselenin etrafını da tanımlayarak açıklamıştı:
“Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebeb; meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve meçhul şeyleri ona irca’ ile, izah ettim zannetmektir. Halbuki tarif, ya hadd ya resim ile olur. Yoksa vâzıı cahil ve müsemmaya mümas olan vechi muzlim ve göze çarpan vechi şeffaf bir ism-i camid ile olmaz. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi…” (Sünuhat)
Her ne olursa, bir çaba ve çalışmanın karşılığı bilimin, bilginin ve arayışın içine bırakılmalıdır. Bilim ve bilgi tecrübe ile paylaşım sayesinde insanlığa ait olabilir.
Allah’ın fazlından verdiklerinden cimrilik yapanlar ayetini İbni Abbas (ra) “Ehl-i kitaptan bildiklerini insanlara beyan etmekten cimrilik yapanlar” hakkında geldiğini söylemiştir. (Ahkamü’l-Kur’ân/ 2- 57).
İlk yorumu siz yazın