Bazı ülkesel koşullara göre insanların benzer çıkmazlara girdiğini fark ettim. Benzer problemlere maruz kaldıkça benzer psikolojik sorunlar yaşıyoruz. Bir tık daha ilerisi olsa toplumsal travma diyebileceğiz belki.
1940’lı yıllardaki Nazi kampları bir toplumsal travmadır mesela. Veya günümüzdeki Suriyeli çocukların uçak-bomba korkusu toplumsal bir travmadır. Pandemi de bir tür toplumsal vaka haline geldi. Şimdilerde ise ekonomi ve enflasyon ile ilgili birçok vakayla karşılaşıyorum. Hatta daha da ilginci, danışanlarımın problemleri yön değiştirdi, eş ilişkisi – insanlar arası ilişki ile ilgili problemler konuşurken, şimdilerde “Alacağım ev benden uzaklaştı, hedefim yok gibi hissediyorum” veya “Rahat bir hayat yaşayamayacaksam ne için çalışıyorum ben?” gibi konular geliyor.
Bu düşünceler hayat enerjilerini de alıp çalışma şevklerini kırıyor, hayatın anlamı yokmuş gibi hissettiriyor. Esasen fikrî boyutta onlara katılıyorum, ben de ekonominin şevk kırdığının farkındayım, gerekli vazifeler fikrî bazda yapıldıktan sonra insanın asıl hayatına, çekirdek hayatına dönüp gelmesi gerekir. Büyük bir daire olduğu için, vazife orada azdır. O az vazifemi de yaptıktan sonra küçük daireme, yani mide daireme dönüyorum. Oradaki vazifem ise çok fazla.
Biz şu konuda algısal hataya düşüyoruz; büyük ve vazifemizin az olduğu dairede çok fazla oyalanıyoruz. Çünkü cazip bir dairedir; dünya-savaşlar-ekonomi vs… Bunlara çok bakarsak insaniyetimiz boğulur ve asıl vazifelerimize usanç gelir. Bu döngüden çıkmanın çaresi, kendi küçük dünyamdaki değerlerime uygun hayat yaşamak için çabalamaktır.
Dikkat ederseniz değerlere uygun hayat dedim, “rahat hayat” veya “lezzetli hayat” demedim. Çünkü gözlemlediğim ve bizzat yaşadığım bir gerçeklik var ki; bu dünya rahat etme yeri değil, lezzetlerin her türünü tadıp mutlu olma yeri değil. Mutluluğu arama yeri hiç değil, ama bu mutsuzluğu arayın anlamına da gelmiyor elbette. Cüz’î bir helâl lezzet kâfî, tatmaya izin var, doymaya yok. Odak mutluluk veya mutsuzluk değil, asıl odak değerler çerçevesinde yaşamak. Böyle olunca kuru ekmekle de mutlu olur insan. Nasıl olur? Kişinin değerlerinden biri paylaşmak ise (ki insanlık olarak ortak değerlerimizdendir) kuru ekmeğini biriyle paylaştığında, en âlâ yemekten aldığı lezzetten daha ziyade lezzet alır kişi. Veya kendi alın teriyle kazanmışsa ve bu onun için değerliyse, o ekmekten kıymetlisi yoktur. Çünkü değerince davrandı, kendini var kılan bir davranış yaptı.
Başka bir örnek verecek olursak; kişinin evi arabası yok, maaşını zor yetiştiriyor ama çocuğuna iyi rehberlik etmek, ona hayatı öğretmek gibi bir değeri var. Böyle biri alışveriş merkezlerine gidemeyişine intizar eder mi, parkta da öğretir hayatı, oradan da lezzetini alır. Şefkat duygusundan lezzet alır, olanlara odaklanır. Hayattan alacaklı gibi davranmaz, zira ne verdik ki neyi alıyoruz? Bu bedeni elde etmek uğruna ne verdik, bu hayata sahip olmak uğruna ne ödedik, mutlu yaşadığımız anları satın almak uğruna ne verdik? Dolayısıyla hak talep etmeye hakkımız yok, ancak dua etmeye ve istemeye hakkımız var. Hırsla değil, şükürle…
Şükretmek çok önemli bir değer, yapılan araştırmalara göre şükredecek şeylere odaklanan insanlar hayattan daha fazla keyif alıyor. Şükür ve imtihanlar konusu açılınca aklıma hep Hz. Eyyüb (as) gelir. Sıklıkla da bahsederim, onun gibi kayıp yaşayan bir insan nasıl ayakta kaldı, nasıl ağzından şikâyet dökülmedi? Evlatları bir bir öldüğünde de, malı mülkü tek tek kaybolduğunda da, eşi onu terk ettiğinde de ağzından şikâyet dökülmemiş.
Bence incelenecek çok yönleri olmakla birlikte şu sonuçları çıkarttım hayatıma; emanet kavramı aktif(√), misafir olduğu bilinci aktif(√), karşılığını ödemeksizin ona verilmiş ürünler olduğu için alındığında da hak dava etmeye hakkının olmadığı bilinci aktif(√), amacı ve hedefi Allah’ı razı etmek ve vazifesi olan peygamberliği ve kulluğu yerine getirme sorumluluğu aktif(√)… Hattâ peygamberlik vazifesini de yerine getiremediği zamanlarda ona da kaderî cihetten bakıp kulluğuna devam etmiş. Yani en dar ve en çok vazifesinin olduğu daireye odaklanmış. Ne zamanki diliyle ve kalbiyle zikredemez olmuş, o zaman şifa istemiş. Yani ne zamanki değerlerince yaşayamaz olmuş, o zaman yardım istemiş.
Demek hedefimizi fânî, geçici şeylere değil de insanî ve ebedî şeylere yöneltirsek, biz de mutmain olmuş bir vaziyette, yani hayatından memnun vaziyette yaşayabiliriz. Yoksa hedef ev almak, araba almaksa en mutlu kişinin Ford’un oğlu olması gerekirdi;
“Hayatta tatmadık zevk bırakmadım. Artık yaşamanın bir anlamı kalmadığını düşünüyorum.” diyerek intihar eden, Henry Ford’un oğlu Edsel Bryant da bu durumu çok acı bir biçimde teyit ediyor. Hattâ mektubunun son satırları:
“Baba hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok. Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum.”
Buradan anlıyoruz ki, çabalamak, emek harcamak insanî bir değer ve o olmayınca hedefsiz hissetmiş. Amaç kazanmak değil, çabalamak. Tabiî ki çabanın karşılığını almak güzeldir, ancak burası dünya. Her zaman olmaz. Dünyanın sınırlılıkları var, hayatımın da öyle. Tüm bunlar çabalamaya gerek yok anlamına gelmiyor, ardı ardına yazınca öyle gibi göründü. Bunlar, çabalarken doğru hedef seçmek, değerlerle ilerlemek anlamına geliyor. Değerlerle yaşanınca insanın şevki kırılmıyor, mutlaka değeriyle yaşayabileceği bir ortam kuruyor kendine. Memnun yaşıyor, mutmaîn oluyor.
İlk yorumu siz yazın