Manevî buhranlarımız

Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor…”1

Manevî buhranın yaşanması elbette sebepsiz değil. Çoğu insan bu dünyaya gönderilme gayesini bilmiyor. “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.”2 ayetindeki hakikatten bîhaber yaşıyor. Bu gayesiz hayat tarzı da huzur getirmiyor. “Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”3 ayeti de son derece düşündürücüdür. Rabbini bulamayan beşerin, huzuru çok yanlış iş ve faaliyetlerde aradığı görülüyor…

Sorular

Peki, hakikat bu kadar sarih olmasına rağmen neden çoğu insan doğru yolu tercih etmiyor? Saadet ve huzur varken neden acı ve sıkıntılı yol revaçta? Defalarca acı tecrübe yaşamasına rağmen aynı hatada ısrar etmenin sebepleri nelerdir?.. gibi uzayan soruların cevabında günah işlemek, kusurunu bilmemek, ibadetsizlik, gaflete dalma gibi çok sayıda âmilin olduğu aşikârdır. Bu yazımızda bir kısım sebep ve çözümler üzerinde durmaya çalışacağız.

Manevî hastalık: Günahlar

Maddî hastalıklar olduğu gibi manevî hastalıklar da vardır. “Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalp, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır.”4 tespiti gözle göremediğimiz manevî letaiflerimizin günahlardan menfî yönde etkilendiğini gösterir. Nasıl ki diş gibi vücudun en küçük azalarından biri acı sinyali gönderdiğinde diğer azalar dişle meşgul olur, o acıyı hafifletmek için elinden geleni yapar. Aynen öyle de manevî azalarımız günahlar sebebiyle yara aldığında tövbe silgisiyle silmeye çalışmak ve bir daha yapmamaya azmetmek gerekir.

Bu metot takip edilmediği takdirde günahlar akla baskı yapmaya başlayacaktır ve kaçış için gayr-i meşru eğlenceye meylettiğini; “Fâsık adam, aklın iz’âc ve tâcizinden kurtulmak için gàliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.”5 ifadesinden öğreniyoruz. Ayrıca, “Masum ekall, günahkâr ekserin masiyetinden hissedar olur.”6 tespiti de günahların menfî tesirinin günahkârla sınırlı olmadığını gösterir. Masumların da günahlardan hissedar olması tahribatın büyüklüğünü izhar eder.

Sinsi düşman: Nefis

Günahların çok ve alenî işlenmesi, nefse beklediği fırsatı verir: “Sanki bir tek ben mi yapıyorum, herkes yapıyor, bu sosyal hayatın getirdiği bir şey” der nefis. Bu dehşetli teklif karşısında “Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz.”7 hakikatini hatırlamalıyız.

Başka insanların kusurlarıyla değil, nefsimizin ıslahıyla meşgul olmalıyız. Zirâ; “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”8 ifadeleri çözümün dışarıdaki insanlarla uğraşmakta olmadığını, içe dönerek nefsi ıslahın ilk ve en önemli adım olduğunu ihtar eder.

Fabrika ayarımız: Ubudiyet

Tam bu noktada yaratılış gayemizin ve dünyaya gönderiliş sebebimizin “ubudiyet” olduğunu hatırlamak yerinde olacaktır. Ubudiyetin sadece belli zamanlardaki rutin bir faaliyet değil, pek çok hikmeti bünyesinde barından bir nimet olduğu Risale-i Nur’da şu şekilde özetlenir: “İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemalatına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mabud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet, kemalat-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.”9

Sayamayacağımız kadar nimet ihsan eden Rabbimize en güzel teşekkür ibadet ile olur. “Ahiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.”10 tespiti mutluluk ve saadetin adresini arayan beşere yol gösterir.

Bu ibadeti yapmayan hastalığına şifa bulamaz. Elem, sıkıntı ve acıyla yoğrulan bir hayat sürmeye mecbur olur. Gafletinin cezasını daha dünya hayatında görmeye başlar. Peşin cezasını; “Gafletle bakan adam, âlemin mevcudatını düşman gibi muzır telakkî ederek tevahhuş eder ve eşyayı ecnebîler gibi görür.”11 satırlarında görmek mümkündür.

Ehl-i dalâletin bitmeyen ızdırabı…

Her mevcudatı düşman gören ve her hadiseden titreyen bu ruh halinin ızdırabı tarifsizdir. Risale-i Nur’daki: “Ehl-i dalâlet için dünya firaklar ve zevallerle dolu ve ademlerle mâlâmâldir. Kâinat, onun için manevî bir cehennem hükmüne geçer.”12 ve  “Dalâlet insanı maskara ve süflî ve echel yapar.”13 tespitleri son derece manidardır.

Büyük tuzak: Hazır lezzetler

Gaflet ve dalâlet yolunun bu kadar revaçta olmasının bir sebebi de hazır lezzetleri nazara vermesidir. “Biz hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”14 tespiti yoruma hacet bırakmıyor.

“Anı yaşamak!” olarak lanse edilen ve lezzet üzerine kurgulanan bu menhûs akım çoklarını aldatır. Bu dehşetli tahribat karşısında neticeleri üzerinde düşünmek gerektiği Risale-i Nur’da şu şekilde nazara verilir:

“Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden; ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çâresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûp etmektir, dünyada dahi Cehennem azabını ve elemlerini göstermektir.”15

Lezzetin sonu elemse…

Lezzetin sonunda elem varsa o lezzetten kaçmak gerekir. Fânî ve gayr-i meşru lezzetlerin her iki cihanda da elem getirdiğine mezkûr pasajlarda şahit oluyoruz. Tüm bu vakıalar; “Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir.”16 ve “İmanda manevî bir Cennet ve dalâlette manevî bir Cehennem bu dünyada dahi vardır.”17 tespitlerini teyid ediyor.

Lezzet için sefalete atılmak problemimizin çözümü olmadığına milyarlarca insanın hayatı güçlü bir şahittir. Kâinatın en yüksek hakikati olan imanı yaşamadan mutlu olmak mümkün değildir. Bu sebepledir ki huzur ve saadet; “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”18 tespitindeki hakikatlerle yaşanır.

Vazife, takva ve cihad…

Yeni bir vazife, takva ve cihad tanımına ihtiyacımız var: “İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair, takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.19

Bu tanım bize iki cihanın mutluluk kapılarını açacak; günahlardan, nefsin hilelerinden kurtaracak, dolayısıyla yaşadığımız sıkıntı, acı ve kederlerden emin eyleyecektir. Müteaddit defa yazılarımızda vurguladığımız gibi bu hakikatler en kolay ve en güzel bir şekilde Risale-i Nur şahs-ı manevîsinde yaşandığına milyonlarca insan şahittir vesselam…

Dipnotlar:
1) Tarihçe-i Hayat, s. 644.
2) Zariyat Sûresi, 56.
3) Ra’d Sûresi, 28.
4) Lem’alar, s. 331.
5) İman ve Küfür Muvazeneleri, s. 35.
6) ESDE, s. 452.
7) Age., s. 46.
8) Lem’alar, s. 173.
9) İşârâtü’l-İ’câz, s. 167.
10) Sözler, s. 34.
11) Şualar, s. 781.
12) Mektubat, s. 348.
13) Asa-yı Musa, s. 188.
14) Age., s. 27.
15) ESDE, s. 232.
16) İşârâtü’l-İ’câz, s. 45.
17) Şualar, s. 705.
18) Kastamonu Lâhikası, s. 164.
19) Mesnevî-i Nuriye, s. 244.

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*