Algı

Mantık duygudan ayrı düşünülemez çünkü bilinç vardır.

Boyut dediğimiz algılarımızla ilgili bir yapıdır. Uzayı kâğıt üzerinde iki boyutlu kabul ederiz; gerisi tamamen yardımcı bakış açıları geliştirme ya da algı biçimleri ile ilgilidir. Derinlik algısı ya da izafiyet ile ilgili zaman algısı bu evrensel biçimlemeye katkı olacak algı biçimleridir. Bazı hayvanlarda üçüncü boyut olan derinlik ya da yükseklik algısı yoktur. İnsanlarda da farklı düzeylerdedir. Herkesin derinlik hissi aynı değildir; yükseklik de öyledir. Kimi yüksekliği farklı algıladığından bu sebepten yükseklik korkusu üretilebilir. Derinlik korkusu da böyledir. Bunun için algı biçimleri, görme ve yaşam biçimlerini de belirler. Alan, ortam, zaman kavramları algılarla ölçülebilen yapılardır. Bunun spekülatif yönleri algının, duyu, duygu his, havas, iç ve dış duyular gibi pek çoğu ile ilgili bir yapının taşları olduğunu gösterir.

TDK’ya göre; algı, bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak demektir. Vikipedia’ya göre ise; algı, psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur. Örneğin, görme gözün retinasına düşen ışıkla, işitme kulağa gelen ses ile oluşur.

Bediüzzaman insanın ‘işini’: “…herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir” (Sözler) olarak tarif eder. “Avrupa’nın bir kısım idraksiz ve garazkâr feylesofları”ndan bahseder. (Sözler) Buradaki iki anektodda, idrak edebilme yetisi olan algının hem verilmiş hem de kaybedilmiş olma özellikleri karşılaştırılıyor.

Namık Kemâl meşhur sözlerinde, idraki şöyle bir yerde konumluyordu:

“Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet; / Çalış, idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.” (Lem’alar)

Bediüzzaman’ın bir dönem “Velîlerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.” (Mesnevî-i Nuriye) diye tarif ettiği de bir algı biçimi ya da algıların eşyanın mahiyetine nüfûz edebilme gücünü ortaya çıkarma gayreti olarak düşünülebilir.

Burada, keşfin (veya keramet) anlama kadar algılama olduğunu bilmek gerekiyor. Yazar Daniel Goleman, 1996’da yazdığı “Duygusal Zekâ” adlı kitabında EQ’nun (duygusal zekânın) IQ’dan daha önemli olabileceğini ileri sürüyor. Bazı psikologlar, sonuç olarak IQ’nun tek başına yeterli olmadığı belirtilerek, EO eşliğinde ilerleyen bir IQ’nun en güvenli başarıyı getireceğine inanıyor. Örneğin: Sinestezik kişilerde bir duyunun algılanması, başka bir duyunun da algısını tetiklemektedir. Böylelikle iki ya da daha fazla duyunun algılanması birlikte olmaktadır. Sinestezik kişiler; “pencere” kelimesini gördüklerinde et tadı alabiliyorlar ya da bir müzik duyduklarında bunu mavi olarak nitelendirebiliyorlar. Bu kişilerde tüm duyular, beyindeki bağlantılar nedeniyle birbiri ile ilişkili durumdadır. Sinestezik kişiler, rakamları ya da harfleri duyabilir, onları bir renkte görebilir ve herhangi bir rengi bir harf ya da rakamla ilişkilendirebilir. Richard Feynman, What Do You Care What Other People Think? isimli kitabında, “Bir denkleme baktığımda, -nedenini bilmiyorum ama- harfleri renkli görüyorum, benim için; j’ler açık kahverengi, n’ler mavi-mor arası ve x’ler koyu kahverengi” diyor. Bu ifadesinden, Feynman’ın da sinestezik olduğunu anlayabiliyoruz.

Yapılan çalışmalar, sinestezik kişilerin, diğer insanlardan çok daha iyi bir hafızaya sahip olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca sinestezik kişiler daha yüksek bir zihinsel imgeleme gücüne sahiptirler. Bunlara ek olarak sinestezik kişilerin diğerlerine göre daha üretken oldukları ve bu nedenle resim müzik gibi sanat dalları ile daha çok uğraştıkları da görülmüştür. (Synaesthesia: Thestrangestthing. JE Harrison – 2001.) Algı biçimlerinin, düzeylerinin ve alacağı şekillerin ortaya çıkaracağı bireylerin şeylerdeki “asıl ve kaynak” olarak nasıl sonuçlar çıkaracağını da belirlediği görülüyor. Bediüzzaman’ın insanı tarif ederken “idrak terazisi” demesi buna yönelik bir yaklaşım olduğunu gösteriyor. Bunun hem maddî hem de mânevî araçları olacağı ise bilimin ve mâneviyatın mezcine ihtiyaç duyuyor.

Beyin kurdu suyun içinde yaşıyor; girdiği balığın beynini etkiliyor. Bu parazitlerin binlercesi balığın beynine giriyor kist oluşturuyor. Balığın kontrolünü ele alıyor; bilinmeyen maddeler salgılayarak balığın beynini etkiliyorlar. Bunlara balık için “tanrının eli” deniyor. Tıp bilimine bir atıf olarak: İnsanları depresif ve yorgun hissettiren salgıları tedavide bu kurtlar kullanılabilir, deniyor. Sümüklü böcek gibi böceklerin çoğunluğu da zaten kurttur.

Dışarıdan gelen bir tehlikenin biz dünyalıların beynine girerek onu teslim alacağı, neticede de insan yaşamını sonlandıracağı bir kurgu film konusudur ama araştırmalara bakılırsa içimizde yaşayan bazı “kötü bakterilerin” özellikle bağırsaklarımızdaki mikrobiyotadaki mükemmel ekolojik dengenin bozulması durumunda beynimize hükmedebileceği anlaşılıyor. Akıl sağlığımızdaki bozulmayı ya da sağlamlığı mikroplara borçlu olabileceğiz. (Hürriyet/ Osman Müftüoğlu)

Araştırmalar, insanların kolay erişebilecekleri bilgiler için hafızalarına başvurma eğiliminde olmadığını gösteriyor. Örneğin gözümüzün önündeki şeyler biz farkına varmadan büyük bir değişim gösterebilir. Yapılan deneylerde, bakılan resimlerden büyük bir bina çıkarıldığında ya da konuşulan kişinin yerine başka biri geçirildiğinde bile bazen değişikliğin fark edilemeyebileceği görülmüştür. Bu duruma “değişiklik körlüğü” deniyor. Zihnimiz, dünyayı gördüğü şekline hafızamızdan daha çok güveniyor ve bu genel olarak yararlı bir varsayım olarak görülüyor. Bunun sonucunda filozoflar, zihnin çevre üzerine yayılacak şekilde tasarlanmış olduğunu iddia ediyor. Öyle ki, diyorlar, düşünce aslında beynimizde olduğu kadar çevrede de vuku buluyor. Filozof Andy Clark, insanları “doğuştan sayborglar”, yani yeni alet, fikir ve becerileri doğallığından bünyesinde barındıran bir zihne sahip insan ve robot karışımı sibernetik canlılar olarak adlandırıyor. Clark’a göre, çözüm bulmak için kullanılan yol sorun değildir; doğrudan cevabı bilmek ile cevabı bulmak için doğru araçlara sahip olmak arasında fark yoktur.

Bu şekilde işleyen bir zihne sahip olmak insan türünün en güçlü özelliklerinden biridir. Her şey için kendi kaynaklarımıza bağlı olmak yerine, bilgimizi paylaşabilir ve ortak bir havuz oluşturabiliriz. Teknoloji bireylerin işine yarayacak şeylerin izini sürüyor, böylece bizim bunları yapmamız gerekmiyor. Ayrıca büyük bir bilgi ağı oluşturma yoluyla bir bütün olarak toplumun ihtiyaçları da karşılanmış oluyor. (BBC Future)

İşin mânevî boyutunda ise; “… her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede…” (Kastamonu Lahikası) olan algı düzeyindeki frekansları doğru yakalayabilmek gerekecektir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*