Akıl ihtilâl ister, kalp tevekkül (1)

Hayat mucize olduğundan bütün planları altüst eder.

Modern Bilim, dışımızda yerleşen ve bize zayıf bir şekilde bağlanmış olan Bilimsel Bilgi’yi birinci plana almayı kendi oluşum sürecinin en başında kabul etmiş ve vücudumuza asılmış cihazatımızdan sadece “akl”ı temel fonksiyoner olarak ele almıştı. Hâlbuki, akıl ve üretilmiş bilgi gibi iki elementerle yapılan düşünce faaliyetinden farklı olarak, geleneğin dünyasının mihverini insanî hususiyetlerimizin hepsini içeren tefekkür oluşturmaktaydı. Tam bu noktada objektiflik denilen ve hakikatin ancak deneysel yollarla üretilen bilginin işlenmesiyle ortaya konabileceğini, diğer cihazlarımızınsa “rasyonel” yapı arzetmediklerinden aynı zamanda kullanışlı da olmadıklarını dikte eden modern iddia ile geleneğin dünyasında hayatını sürdüren tefekkür faktörünün birbirlerinden ayırdedilmesi pek büyük bir öneme sahiptir.

Medeniyet ve terakkiyatın zembereği kesb ve çalışmakla, kâinata serpiştirilmiş kanunları öğrenip onların merdiveniyle teali ve yükselmektir. Buna sevk edense fıtratlara derc edilmiş şevk unsurudur. Anlamak bir yönüyle bir edilgenlik durumuna işaret eder ki, uzakta öylece dikilen mevcudat hakkında bir tanım geliştirmek manasına gelir. Kanunları aşamayız ama bir kanunun yardımıyla diğer bir kanunu, kısıtlı mekân ve geçici bir zaman içerisinde etkisiz kılabiliriz. Bu, o kanunları öğrenmekle mümkündür. Öğrenim en klasik iletişim olaylarının başında gelir; “konuşan, dinleyen ve bunlar arasında vasıtalık eden araçlar”dan oluşur.

İnsan, suni ve tabiî laboratuvarlarda yaptığı gözlem ve deneylerle çeşitli sonuçlara ulaşır ki biz bu sonuçları bilgi olarak adlandırıyoruz. Bilgi, ekseriyetle kanaate dayanan özüyle doğruluğu kendinden menkul bir öğedir ve her zaman kişinin niyet ve nazarına göre anlam kazanır. Yani bilgi birçok anlama gelen sinonim bir kelime gibidir; nasıl bakarsak öyle taalluk eder. Tecrübelerden elde edilen bilgi hakikatte hiçbir şekilde rasyonel değildir. Çünkü aklımızla (rasyon) muhakeme eder ve anlamlandırırız. Bu muhakeme esnasında önceki çalışmalarımızdan elde ettiğimiz kesbî bilgiden başka, hislerimiz, ihtiyaçlarımızı açığa vuran reflekslerimiz; sevmek, nefret etmek, korkmak ve korunmak gibi işlevleri olan lâtifelerimizle beraber fıtrî bilgi olarak tarif edebileceğimiz vicdan gibi hususiyetlerimizi de kullanırız. Yani mahiyet yönünden aklın karakterinden olmayan eşyayı, sırf “rasyonel” davranmak düşüncesiyle görmezlikten gelemeyiz.

Tefekkür’e -sadece- düşünce diyebilir miyiz? Sevgiliyi düşünmekle hakikati düşünmek aynı şeyler midir? Maşukunu düşünmez insan; hayal eder, arzu eder; hakikat aranır. Tefekkür dediğimiz şey iman etmek gibi bir haldir; âdeta sonunda teslim olmayı getirecek tatlı bir zorunluluktur. Renklere, şekillere, geometriye mahkûm olan bir zihin üretmekten çok keşfedebilir. Keşfetmekse dikkat ve teemmül denilen ve tefekkürün kalbini oluşturan bir tür konsantre oluşla alakalıdır. Kapısını çaldığımız bir saraya girmek, efendinin iznine bağlıdır. Tefekküre niyet etmek, bir kadının doğurmaya olan histerisine benzer; neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Bir yerlerden kopup gelen tedailer üzerimize boca ediliyormuş gibi; ta uzaklardan dalgaların gelip eteklerimize çarpmaları gibi kadınsı bir pasiflikle elektrikleniriz. Bunu, içinde çoğu kez niyetimiz olmadan, şiirsel bir dünyadan ruhumuza yansıyan parıltılarla, yani ilham ile karıştırmamak lazım. Eşya arasında cereyan eden birtakım münasebetlere nazar etmek akletmek demekse; bu yolla elde ettiğimiz hükümlere düşünce diyebiliriz. Bilgi ise bu düşüncelerin bir formata göre düzenlenmesi, yani aklın karakterine uygun, hazmedilir bir hap şekline sokulmasından ortaya çıkanlara denmektedir.

Tefekkürden elimize geçenler öncelikle hayret, sonra korku ve muhabbettir. Cibril-i Emîn’î ilk defa temaşa eden Peygamber tavrı gibidir. İnsana “Örtün, üzerimi örtün” dedirtir. Data ve bilgi gibi kazanımlarımız deneylerden ve gözlemlerden elde edilirler. 2+2’nin 4 ettiğini söylemek bize miras kalan bir akıldan gelir. Bunu tefekkür olarak göremeyiz; çünkü bu, içinde niyetimizin aktif rol oynamadığı bir husustur. Demek tefekkür yeni bir kıta keşfetmek niyetiyle kendini dalgalara veren denizcilerin refleksi gibi bir şeydir. Sadece aklın verilerine ve kabiliyetlerine dayananlar için tek kazanç söz konusudur: Bürhan. Bürhan (delil) ise kâh bizi keser kâh ejderhayı. Her zaman işimize yaramaz, yani. Neticeleri anlamlı kılan onların hakkında verdiğimiz kararlardır. Delil’e olan ihtiyacımız çoğunlukla hakiki bir ihtiyaçtan, yaralarımızı tamir niyetinden değil; genellikle haklı çıkmak hırsından kaynaklanır.

Aklımız bir muhassıs, bir tercih edici gibi davranmaya kalkar. Çünkü cüz’î iradenin cevelangâhı aklımızdır. Fakat biz biliyoruz ki mevcudatı tercih edemeyiz; onların ezelî ve kaderî konumlarını değiştiremeyiz. Sadece onlar hakkında kendimizce bir tanım geliştirebiliriz. Eşyayı birbirleri arasındaki münasebetlerle açıklarız. Güneş öylece dururken böyle olsun, enerjisini azaltsın, açısal hızını değiştirsin ve sair diyemeyiz. Yalnızca bir durum tasviri yapabiliriz. Var olandan hazırlamak demek olan zanaat ve teknoloji de bizim için bu tasviri bir taklide dönüştürmek demektir. Akıl, rahatsız eden bir tenkitler yumağı yığıverir önümüze. Hâlbuki imandan kaynaklanan bir ahlâkla yapılan tefekkür azarlar gibi düşünmekten, kızar gibi tenkit etmekten ve küser gibi şikâyet üretmekten kaçınır. Kulluğun içinde teslimiyetten maada yoktur. Kul efendisini imtihan ve dava edemez; belki şuunatının (işlerinin) hikmetini merak edebilir. Tefekkür de zaten böylesi bir sual edişten ibarettir.

(Devam Edecek)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*