Tefekkür yolculuğuna niyet edip seyahate çıkan insan, eğer bir nevi iltica tavrı ile acz ve fakrını ifade eden bir tarzda gitmez ise; mevcudatla aynı İlâhın kulları olmaktan kaynaklanan akrabalığın sonucu olan şefkat damarını dahi kopartıp onları kendinden aşağıda görecek, şükür makâmından fahr ve gurur makamına inecektir. Hakikat’i devşirmek için kevn ve mekâna salıverdiği nazarı bir bumerang gibi dönüp kendi başını kesecektir. Çünkü “hakikat” enaniyet ile beraber yaşamaz. Sofestailer’in akıl dürbünüyle devam edemeyip sonunda her şeyi inkâr edişleri bu sırdan olmak gerektir. İşte insan acz ve fakrının farkına varmak ve kabul etmekle aynı zamanda tefekkürün de hakikatine ram olmaktadır. Filozoflar insandaki acz ve fakr hakikatinden değil enaniyet tarafından gittiklerinden, ancak aklı kullanıp sebep ve sonucun arasını birleştirmek suretiyle bir neticeye varabilirler. Tabii ki onlara da tefekkürün muhtevasında bulunan ilhamdan bir pay vardır. Ama bu ruh-u habisten bir üflemedir. Çünkü Allah ancak inananlarla beraberdir. Kalbini kâinatın tılsımına bandıran adam, karşısında hayret ve övgüye kapılacağı muhteşem bir sinemayı alkışlamaktan kendini alamaz. Kâinat hakkında birtakım mülâhazalarda bulunması o alkışlamanın bir terennümüdür. Kendinde acz ve fakrdan başka, naks ve kusurdan maada bir hususiyet görmediği oranda tefekkürün derinliğine dalabilir insan. Tefekkür etmekle rasyonel anlamda akletmenin arasını ayıran işte bu ince çizgi; bu “acziyyet ahlâkı”dır.
“İmkân’dan fışkıran esbâb ve müsebbebât mütesaviyyü’t-tarafeyn’dir”.1 Kâinatın salkımlarına asılmış taneler zâtî bir vücuda sahip olmadıkları halde, bunlar niyet ve nazarla bir renge boyanırlar. Cenâb-ı Kibriyâ’nın âleme serpiştirdiği gayelerden sonuçlar çıkarmaya başladığımızda artık imanî tercihimizi yapmaya başlamışız demektir. Tefekkür Hakîm-i Mutlak’ın muhal ve butlandan delil ve inayeti sıyırışına seyirci olmaktır. Sebepleri kudretin bir perdedarı olarak görmek ve Rabbin sinemalarına bir temaşager ve seyirci olmak demektir. Şüphesiz tefekkür de bir neşv ü nema kanununa, bir gelişme, bir dallanıp budaklanma disiplinine tâbidir. Her yakaladığımız hakikat bir üsttekine mazruf ve bir alttakine zarf olur. Bu, tefekkürün adabındandır. Akıl ise kâinatın tuğlaları olan küçük hakikatleri onbaşı vaziyetinden bir müşir durumuna sokar. Onları emir tahtında hareket eden neferler gibi değil kendi başlarına hareket eden kişiler olarak düşünür. Fıtratın çeperlerini yırtıp bir gül goncası gibi açar tefekkür; etrafını kokulandırır. Onu hissedebiliriz. Formüllerin böylesi hissedilir derecede kokuları yoktur. Tek katmanlıdırlar ve hafif ekşimtırak tatlarını alabiliriz, o kadar.
Dağdağanın sıkıştırdığı bir kalbin akla söylettirdiği ve zihnimize kelimelerden boyayarak resmettiği bir ruh halidir tefekkür; El-Fettâh’ı zikreder. Akıl yağmacıdır; sahiplenmeye, bir harami refleksiyle hırsızlamaya kalkar. Kalp “Bunlar benim değil, benden sudûr etmedi” diyor gibi dervişane bir rabıtada yaşamayı tercih eder. Böylelikle kendini rahmet ve hikmetin bârigâhı eyler.
Akıl küçük ve sönük hakikatleri parlak ve büyük gösterir, mücâzefe eder, mübalağaya kaçar. Mübalağa ise ihtilalcidir, sınır tanımaz. Bal arısının ilhamını Kerrubiyyun’a2 eş tutan elbet mübalağa ediyordur. Bilim çoğu zaman çok sınırlı sayıda insana gerekli olacak bilgileri, eğitim birimleri vasıtasıyla herkese dikte etmeye kalkar. O, artık bir fikir idmanı olmaktan çok kuru odun yığınları tabir edilebilecek bir sürü faidesiz malûmatı bize aktaran bir düzlem haline gelmiştir. Tefekkür ile Tevaggûl’ün (oyalanma) arasını da açmak gerekir. Meşguliyetten kasıt çoğunlukla unutmaktır. Tefekkür insanı teyakkuza, uyanıklığa sürükler. Tefekkürün neticesinde insan kendini “hayret”in ikliminde bulur. Hayret “hamd”i getirmiyorsa duyulanlar “ene”nin ayak sesleridir. Asa’ya değil Musa’ya bakmak lazımdır. Tefekkür Asa’dan Musa’ya bir yol aramaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in, ayetlerinin inayetiyle, bizi kevn ve mekânda gezindirdikten sonra “Efelâ yetefekkerun-Efelâ ya’kılûn/ Hâlâ akletmiyor, hâlâ fikretmiyor musunuz?” diye nokta koyuşu bu sırdan gelmek lazımdır.
Akıl tahayyül ve tasavvur makinaları vasıtasıyla hakikate delikler açar. Hayatını endişeye ve Tûl-i Emel’e bina eder. Yani istikbale ait birtakım mülâhazalarda bulunmakla planlar yapar. Hâlbuki hayat mucize olduğundan bütün planları altüst eder. Enfüsî tefekkür, kendi içimize eğilip kulübeciğimiz olan vücut gemisinden dışarıya uzanan ihtiyaç ellerinin seslerini dinlemeye ve âh u enîn eden hislerimizin ne talep ettiklerini öğrenmeye yönelen bir dinletiye çekilmektir. Kendisine bir dağ gibi kesif, camid, cismanî bir vaziyet veren aklımıza uyup koca gövdemizle tembel ve faaliyetsiz olarak hayata kuruluvermek de var; ışıklarını kimseden sakınmayan güneş misali her bir şeyle münasebet kurabilen kalb ile sancılı bir tefekküre girişmek de. Tefekkür kesafetten nuranî olana, vehimden rikkat ve vahdete bir kaçıştır. Kur’ân’ın tabirindeki “akleden kalb” iman edip teslim olan kalbi işaret eder. Aklediş risklidir. Eğer iman ile olmazsa, yani bir tür tefekkür rengine bürünmezse, kendi yanmak maddesine güvenen koca koca yıldızların içlerine çöküp karadeliğe dönüşmeleri gibi bir hale düşmemiz kaçınılmaz bir durum olacaktır. Akıl canı kendisinden sıyrılan vücut misali seğirir; yaşıyor zannederiz. İman ve teslimiyet bulunmaksızın tefekkürün olsun akletmenin olsun her ikisinin sonucunda hakikat değil muğalata başlar. Hakikat de şüphe cephesinde ve gaflet gölgesinde kalır; bir nevi azaba dönüşür. Çünkü “Neticenin kayyûmu iman iledir”.3
İlk yorumu siz yazın