“Cumhuriyet ki …” saltanatın zıddıdır!

Ön bilgi: Saltanat; devlet, yönetim, hükmetmek gibi manalara da gelmekle birlikte köken anlamı “sultan eliyle yönetim”dir. Sultan ise pederşahîdir. Arazi mülkiyetinin genişlemiş ve içindeki fertleri de mülkiyete katmış biçimine pederşahi saltanat denir. Bu anlayışta, şah/padişah ölünce ülke ve milletten oluşan mülkü miras olarak evlatlarına intikal eder. Sonrasında mülk ya aralarında bölünür ya da en büyük veya en güçlü/avantajlı evlada intikal eder ve o şah/padişah olur.

Başlığı bu bilgi ile okuyarak başlayınız.

BEDİÜZZAMAN’IN CUMHURİYETÇİLİĞİ

Bediüzzaman’ın cumhuriyetçiliğini ispat için önce bir senaryoda 1943’ten geriye gidip dönelim:

1890’lı yıllardan birindeyiz:

İstanbul’da mutlak saltanat en koyu yıllarında. Bediüzzaman Hazretleri bedeviyetiyle yarı hür şarkta. Henüz 15 yaşlarında. İlim ve ibadetle meşgul olabilmek için inzivaya çekilmiş. Az yiyip az konuşuyor. Ama bütün büyük adamlar gibi susmaları da konuşmaları da hikmetli ve ibretli.

Dışarıdan ikramen gelen çorbanın tanelerini karıncalara verip suyu ile idare ediyor.

Bu halin sebebini -belki de gönül koyarak- soranlara; özetle, “Onlar cumhuriyetçi, ben de cumhuriyetçiyim, bu sıfatlarına hürmetimden dolayı yemeğimi onlarla paylaşıyorum” diyor.

“Cumhuriyet”i duyup “Sen yeni icatlar mı çıkarıyorsun, önceki devrin alimlerine muhalefet mi ediyorsun, nereden çıktı bu cumhuriyet-mumhuriyet” diyenlere de cevabı dik ve net:

Özetle ve mealen: “Evet, muhalefet ediyorum ve fakat aslında yeni icat çıkarmıyorum. İslamiyet padişahlığı ve saltanatı değil, seçilmiş cumhurbaşkanını ve demokratik cumhuriyeti gerektiriyor. İlk dört halife de zaten bir tür seçilmiş cumhurbaşkanı idi ama sonrasında hilafet işi cumhuriyetten çıkıp saltanata döndü. Sizin benim önüme delil diye çıkardığınız seleflerimiz hakikî selef-i sâlihîn değil, işte bu dönüştürülmüş devlet sistemini ‘İslam’ın devleti’ diye tanıyıp tanıtanlardır. Oysa bu yanlıştır. Kur’ân ise yönetimde keyfîliği ve istibdadı değil hukuku ve meşvereti emrediyor.” diyor.

Sene 1919:

Birinci Dünya Savaşında komutanken esir düştüğü Ruslardan kurtulup İstanbul’a dönen Allame Bediüzzaman Hazretleri, Dersaadet ulemasının ve kudemasının gözüne de “büyük adam” olarak görünür. Osmanlı Sultanlığının ölümü beklenen “hasta adam” olarak tarif edildiği bu dönemde şöhretinin hakkını vermek ve sınırını çizmek için olsa gerek, yeğeni ve talebesi Abdurrahman, İstanbul’da Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatını yazar ve 45 sahifelik bir kitapçık olarak Necm-i İstikbal Matbaasında bastırıp neşreder.

Bediüzzaman’ın karıncalarla hatırası ve “saltanatçı değil cumhuriyetçi” oluşu meselesi ilk defa bu kitapta yer alır ve “kayda girer”.

Sonra 1922:

Kurtuluş Savaşı ile birlikte İstanbul’daki padişahın gücü ve saltanatı biter. 1923’te Ankara’ya adı cumhuriyet olan bir rejim gelir ve 1924’te de hilafet şeklen TBMM’ye devredilir. Bediüzzaman’ın “hilafet saltanatı” dediği “saltanata dönüşmüş hilafet” de böylece vefat eder.

Ama bu inkılapçı cumhuriyet, toplumu dönüştürücü ve dinsizleştirici bir rejimdir. Bunu önce gizlice ve sonra açıkça yapar. Bediüzzaman bu ihtilalci inkılabın karşısında durur. Cumhuriyet’in adının kullanılmasına da itiraz eder.

Rejimin dünyevîleşmiş sahipleri muhalefetten ve hele dindarların muhalefetinden haz etmemektedir. Onu da hedefe koyarlar.

Sene 1935:

Manasız, isim ve resimden ibaret bir cumhuriyetin ağır mı ağır bir ceza mahkemesinin reisi Eskişehir’de “yargı dağıtıyor”. Çoktan seçmeli gerçek bir seçimle değil “tekten seçmeli” darbeli seçimle ve haddizatında bir emrivakiyle kendisini “cumhurbaşkanı” yaptırmış bir şahsın muhabbetinin hatırı için Bediüzzaman’ı “cumhuriyet düşmanı” olmakla itham etmeye kalkıyor. Bediüzzaman’ın hilafet saltanatının vefatından duyduğu üzüntüyü de gerekçe yapıp “Cumhuriyetimiz konusunda ne düşünüyorsun?” diye soruyor.

Allame Bediüzzaman Hazretleri’nin büyük delili, bir nüshası dosyada Mahkeme heyetinin de elinde bulunan küçük eserdir: Bediüzzaman’ın 1919 baskı Tarihçe-i Hayatı. O risalecikte Bediüzzaman’ın daha cumhuriyet ve cumhuriyet çocukları doğmadan önce gerçek bir cumhuriyetçi olduğu yazılıdır.

Mahkeme bu delili görmezden gelemiyor, “cumhuriyet savcısı”nın Üstada ve talebelerine yönelttiği idamlık suç olan “cumhuriyet düşmanı” suçlamasını savcıya iade etmek zorunda kalıyor. Ve Üstada ve bazı sanıklara, tesettür taraftarlığı ve dolayısıyla inkılap düşmanlığı gerekçesiyle “vicdani kanaat” baskısı ile bir yıl ceza veriyor.

Fakat cumhuriyetle ilgili yapılan o mühim konuşma bu yargılamada her nedense zapta geçmiyor.

Sonra 1943:

Bediüzzaman ve dostları “rejim düşmanı” isnadıyla bu sefer Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanıyor. Eskişehir Mahkemesinde resmî tutanaklara geçmemiş ve dolayısıyla yargı makamları açısından “gizli kalmış” yukarıdaki hatırayı savunmasında bildiriyor ve o dosyayı ve delilini bu dosyada da delil olarak gösteriyor. Sonuçta beraat ediyorlar.

Bu yazılı metin Bediüzzaman’ın cumhuriyet hakkındaki fikrini netleştiren ikinci belgedir.

Delilden hükme:

O, “manasız, isim ve resimden ibaret” yani “adı var kendi yok” bir cumhuriyete değil, mana-yı dindar ve hakikî bir cumhuriyet olan demokratik cumhuriyete taraftardır.

SALTANATLARDAN CUMHURİYETLERE…

Bediüzzaman’ın tarif ettiği ve taraftar olduğu ideal cumhuriyet için öncelikle mutlak saltanat çukurundan ideal cumhuriyet zirvesine çıkış basamaklarını çizelim:

Nemrudî mutlak saltanat rejimi:

Bu rejimde saraydaki kral ahirete ve Allah’ın huzurunda hesap vereceğine inanmaz. Tebaasını kölesi olarak görür, güce yaslanır ve onlar için adaleti tecelli ettirmeyi değil sulbünden gelenlerle iktidarını sürdürmeyi düşünür. Kimin yardımından faydalanacağına ve kime danışacağına mutlaka kendisi karar verir. Emsali tarihte çoktu ama bugün bu rejimle yönetilen arz azdır.

Mü’minin mutlak saltanat rejimi:

Bu rejimde sultan, kendi atasından devraldığı mülkü ve iktidarı sürdürürken zayıf da olsa imanı sebebiyle tebaasına zulmetmemeye “de” çalışır. Ama sulbünün iktidarının sürmesi için “gerekirse” masumları da kolaylıkla feda eder. Hatta bu masumlar kendi sulbünden de olsa bu böyledir. Bu “gereklilik” halinin fetvasını cesur ve adil danışmana sorarsa cevabı ve icabı adil olur, zulmü hoş gören dalkavuk danışmandan alacağı fetvaya göre ise tatbikatı zalimce olur. Sultan mü’min de olsa reaya tam mazlumdur. Sultan kimin yardımından faydalanacağına ve kime danışacağına mutlak otorite olarak kendisi karar verir. Emsali tarihte de günümüzde de çoktur.

Nemrudî meşrut saltanat rejimi:

Bu rejimde artık “meşrut” yani kayıt ve şartlarla bağlı hale getirilmiş olan kral, topraklarındaki halkı üzerindeki gücünün ve yetkilerinin bir kısmını o halkı temsil eden ya da ettiğini iddia eden başka bazı muktedirlerle paylaşır. Demokrasi bu adil ya da zalim paylaşımın aracı olur. Ama bu paylaşım neticede menfaat esaslı bir işbirliğidir. Güçler bölünür, zulüm azalır. Sultan kâfir de olsa reaya -bir parça da olsa- rahattır. Zira “köyde ağa iki olursa maraba rahat eder”.

Mü’minin meşrut saltanat rejimi:

Bu rejimde artık “meşrut” yani kayıt ve şartlarla bağlı hale getirilmiş olan mü’min sultan, kendisinin ve ailesinin doğuştan geldiğine inandırdığı imtiyazını devam ettirir ama topraklarındaki halkı üzerindeki gücünün ve yetkilerinin bir kısmını, o halkı temsil etmek üzere demokratik usullerle seçilmiş olan mebuslarla veya başka bazı muktedirlerle paylaşır. Bu paylaşım adalete de hizmet edebilir bir sistem üzerine gider. Güçler bölünür, denetim artar, zulüm riski azalır. Sultan, Allah’tan ve ahiretteki hesaptan başka bir de halktan ve onun hesap sorucularından korkar. Devlet hukuka uymaya başlar.

Seküler ve göstermelik cumhuriyet:

Devleti yönetme gücünü eline geçirmiş olanlar bir sülaleye ve saltanata dayanmamaktadır ve dolayısıyla doğuştan gelen bir imtiyazın sahibi değillerdir. Ama yetkiyi paylaşmama yönünden mutlak sultandan farkları yoktur. Kendilerine cumhurbaşkanı ve devletlerine cumhuriyet de deseler, demokrasisi olmayan bu cumhuriyet; manasız, isim ve resimden ibaret bir cumhuriyettir.

Dindarların göstermelik cumhuriyeti:

Devleti yönetme gücünü eline geçirmiş olanlar yine bir sülaleye ve saltanata dayanmamaktadır ve dolayısıyla doğuştan gelen bir imtiyazın sahibi değillerdir. Ve yetkiyi paylaşmama yönünden de mutlak sultandan farkları yoktur. Kendilerine cumhurbaşkanı ve devletlerine cumhuriyet de deseler, demokrasisi olmayan bu cumhuriyet; manasız, isim ve resimden ibaret bir cumhuriyettir. Yönetimin sureta dindarların elinde olması zulmün olmayacağını garanti etmez. Zira muhalefet meşru değildir. Halk denetimi yoktur. Vatandaşlık bilinci yoktur. Halk tenvire (bilgilendirilmeye ve basın hürriyetine) ve irşada (reşit olmaya ve reşit olduğunun farkında olmaya) muhtaçtır.

Dindarların gerçek cumhuriyeti (mana-yı dindar cumhuriyet):

Devleti temsil eden kişiler ve devleti yönetme gücünü elinde tutanlar gerçek ve hür bir seçimle iş başına gelmiştir. İmtiyazlı aileler ve sülaleler yoktur. Devlet malı aslında milletin malıdır ve devlet bürokrasisi milletin hizmetkârıdır. Siyasetçi de milletin vekili ve temsilcisidir. Yöneticiler hakikî dindardır zira onları seçenler de samimi dindardır. Fazilet yaygınlaşmıştır. Dürüstlük, yardımlaşma ve fedakârlıkla yaşayan erdemli insanların demokrasisi gerçek bir erdem rejimi olmuştur. Zulüm asgariye inmiştir. Her şeyin kanuna göre yürüdüğü kanun devletinden ileriye geçilmiş, kanunların hukuka ve adalete uygun olduğu ve böyle uygulandığı hukuk devletine ulaşılmıştır. Denetim ve vatandaşlık bilinci zirveye çıkmıştır. Muhalefet meşrudur ve iktidarın meşruiyetinin teminatıdır. İnsan haklarına ve Allah’ın haklarına riayet edilmektedir. Toplumda ve devlette işler her kademede ve her seviyede meşveretle yürümektedir.

Meşveret ve şûralara istinat eden ve herkesin tebası olmaya çalıştığı bu devlet dünyaya örnek devlettir.

İşte ikinci asr-ı saadet. Bundan ötesi cennet…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*