Hakikî bir Cumhuriyet neden tesis edilemiyor?

Beşerin ilerlemesiyle kullanmış olduğu politik enstrümanların ve siyasal yapıların gelişimi arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır. Başka bir deyişle, tarih boyunca otokratik ve daha kısıtlayıcı devlet modellemelerinden; demokratik, özgürlükçü ve birey hürriyeti odaklı sistemlere doğru bir gelişim gözlenmektedir. Bu doğrultuda, beşer aklının ulaşabileceği nihaî noktanın, basit tanımıyla, siyasî güç yahut iktidarın halk ve temsilcileri tarafından sağlandığı cumhuriyet yönetim biçimi olduğu söylenebilir. Günümüz uluslararası sisteminde ise pek çok ülke isminin ibaresinde “cumhuriyet” kavramı yer almasına rağmen otoriterleşen liderler, anti-demokratik söylemler ve insan hürriyetinin geri planda bırakıldığı oluşumlarla cumhuriyet kavramı, tezahürü zayıf, lafızda kalan ve Bediüzzaman’ın deyimiyle “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namının” verildiği yapıları öncelemektedir. Peki, hem İslamiyet’le örtüşen ve Hulefa-i Raşidin döneminde “mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri”1 nin örnek teşkil ettiği; hem de Batı menşeli liberal ideolojilerin her geçen gün etki alanını genişletmeye çalıştığı bu sistemin tesisi neden mümkün olmamaktadır yahut hür ve demokratik sistemleri mevcut kılacak zeminlerin oluşmasını engelleyen unsurlar nelerdir?

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle idareciler bazında, sonrasında ise cumhuriyet rejiminde yönetici erkinin belirlenmesinde tek söz sahibi ve en önemli unsuru olan halkın, nasıl gerçek manada cumhuriyetin teessüsünü ve tezahürünü engelleyebilecek bir faktör haline gelebileceğini anlamaya gayret edeceğiz. İlk olarak otoriterleşen liderler ve popülist söylemleri, günümüzde bilhassa Ortadoğu ülkelerinde hızla yayılan anti-demokratikleşme hareketlerinin bir parçası haline gelerek hakikî bir cumhuriyetin tesis edilmesinde başlıca engellerden birini oluşturmaktadır. Demokratik sistemlerin özüne aykırı olan tek adamlaşma, temsilde adaleti sağlamak yerine gücü belirli bir zümrede yahut belirli bir kişide toplama eğilimleri ve daha birçok etken, mevcut iktidarın güç maksimizasyonuna ve sürekli olarak bu gücü kendi elinde muhafaza etme uğraşısına sebebiyet vermektedir. Bu durum sonuç itibariyle, hak ve adalet yerine menfaat temelli politikaların ve hesap verilebilirlik erdemi yerine güç yozlaşmasının öne çıktığı dejenere olmuş sistemleri beraberinde getirmektedir. Zira “zaman-ı meşrutiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, akıldır, marifettir [bilgidir], kanundur, efkâr-ı ammedir [kamuoyudur]”. (Münazarat, 13) “Yani efkâr-ı ammenizin misal-i mücessemi [kamuoyunuzun cisimleşmiş örneği] olan meb’usan [milletvekilleri] hâkimdir; hükümet hâdim ve hizmetkârdır.” (Münazarat, 169) Bu doğrultuda, gücün tek elde toplanması ve otoriterleşme hareketleri, halkın seçmiş olduğu temsilcileri denetleme yetkisi (checks and balances) yerine daimî bir himaye ve aidiyet ilişkisine dönüşmektedir. Demokratik sistemler için ciddî bir tehdit unsuru oluşturan bu durum, liderlerin dini alet ederek toplumda hassasiyet oluşturan millî ögeleri de kullandığı popülist ve kutuplaştırıcı söylemlerle hız kazanmaktadır. Otoriter politikalar izlenmesine imkân veren bu propagandatif söylemler, uzun vadeli stratejiler yerine; kısa süreli, dış mihraklar gibi yapay düşmanların ön planda olduğu ve medyanın manipülatif şekilde kullanıldığı vasıtalarla, toplumun belirli bir kısmını geçici olarak memnun etmeye yöneliktir. Avrupa’da artmakta olan aşırı sağcı hareketler ve Ortadoğu’da etkisini genişleten tek adam rejimlerinde bu söylemlere sıklıkla rastlanmaktadır. Halkın, üzerinde oluşan dış tehditlere karşı gücü elinde toplamış tek bir lidere biat etmesi ve himayesine girmesi, demokrasinin temel bir taşı olan hesap verilebilirlik erdemini ortadan kaldırmaktadır.

Bu noktada, cumhuriyetin en önemli elementi olan halkın nasıl bir tehdit unsuru haline gelebileceği yahut demokratik çıkmazlarda nasıl bir çözüm oluşturabileceği önem arz etmektedir. Siyasal kültürde yerleşmesi uzun zaman alan birey ve birey özgürlüğü gibi kavramlar, sınırlandırılmış devlet ve hukukun önünde eşitlik temelli demokratik kültürün tesisinde önem arz etmektedir. Bunun aksine “iman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o derece parlar” (Münazarat, 179) sözünün unutulduğu ve hürriyet gibi yüksek bir meziyetin geri planda kaldığı kollektivist toplumlarda ise demokratik konsolidasyonun sağlanması çok daha uzun bir süreç gerektirmektedir. Sadece ülkemize münhasır değil pek çok İslam coğrafyasında yer alan ağalık, beylik gibi kökleri eskiye dayanan sosyolojik yapılar da bilinçli ve aktif demokratik seçmen oluşumunda engel oluşturmaktadır. İstibdadın yadigârı olan nemelazımcılık ve kendisi yerine başkası düşünsün anlayışı, siyasî haklardan ve hukukundan bîhaberlik, bilinçli bir seçmen oluşumunda problem teşkil etmektedir. “Evet, bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder” (Münazarat, 28) Sözlük manası itibariyle “gayret” anlamına gelen hamiyet halka, hak ve hukukunu bilmede önemli bir sorumluluk yüklemektedir. Diğer bir deyişle cehalet ve bilinçsizlikle bu sorumluluklardan bîhaber olma hali, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de bahsetmiş olduğu Avrupalıların terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran altı hastalıktan biri olan istibdada sebebiyet vermektedir. Elbette, bu durum hakiki bir cumhuriyetin tesisinde önemli bir engel oluşturmaktadır.

Sonuç itibariyle, demokrasi ekseninde bir cumhuriyetin Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidin örneklerindeki gibi esas alındığı ve hesap verilebilirlik erdeminin mevcut olduğu bu rejimin uygulanması halinde, İslam âleminin, totaliter yapılarından kurtulması ve hürriyet-i şer’iye merkezli, her ferdin toplum için ehemmiyetli olduğu tam demokratik yapıları da beraberinde getireceği ümit edilmektedir.

Dipnot:
1) Şualar

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*