Mutlu olmak mı mutmain olmak mı? (2)

TDK’ya göre mutmaîn kelimesi, korkularından kurtulan ve huzura eren kişi demektir. Dinî literatürde ise hem dünya hem de ahiret için kaygılarından kurtulup Allah’ın merhametinden emin olan kişiler mutmaîn olarak adlandırılır. Benim algıladığım ise; kendisine verilene rıza göstermiş, imtihanını kabul etmiş, kalbi tatmin olmuş kişi demektir. Sürekli “mutluluk” propagandasına maruz kalarak büyümüş ve buna ikna olmuş kalabalıklar, yalnız kaldığında, çile çektiğinde, üzülünce, bedel ödemek zorunda kalınca “hak edilmiş mutluluğa sahip olamadığı” için daha büyük bir mutsuzluğa düşer. Yani aslında yoğun mutluluk dili çokça mutsuzluk üretir. “Hak edilmiş mutluluk” kavramı hiç bu dünyalık bir kavram değil, zira yaratılış amacımızı biliyoruz ki; ibadet ve şükürdür. Verilene teşekkür etmek, verilmeyene hak iddia etmemektir. Kulluk şuuru oturmamış veya enaniyeti tahrik edilmiş kişilerde (ki bu asır enaniyet pompalanan bir asır) alacaklı edâsı vardır. Sanki biri onlara sadece mutluluk duygusunu vereceğine söz vermiş de yapmamışçasına… Ben de bir insanım ve bana kimse söz vermedi, dünyaya gelmezden evvel ben bir senet imzalamadım, ailem-eşim ve işime dair bir teminat almadım. Kimse bunu almadı. Ama inancım bana diyor ki, sana verileni güzel karşılar ve güzel işler yaparsan ahirete dair teminat var. Çalış, kazan diyor. İnançlı bir insan için hayat “mutlu olunması gereken yer” değildir. Hayat tüm duyguları yaşayacağımız, çeşitli hadiselerle, varlıkla yoklukla sınanacağımız bir imtihan sürecidir. Bu hayatı doğru biçimde yaşayıp sınavdan başarılı çıkmak gereklidir. Bu bağlamda mutluluk dili ile üretilmiş bir çevre inanan insan için sorundur. İnanan bir kişi tüm duyguları yaşar, buna mutluluk da dahildir. O da sadece maddiyatta değildir.

Yaratılış amacını doğru anlamanın yanında, yaşadığımız dünyanın da sınırlılıklarını doğru anlamak gerekecektir. Zira içimizde ebed arzusu var, ayrılıklar ve ölüm bizi üzüyor. Ancak dünya ebedin sığışacağı yer değildir. Bu meydan doymak için kurulmamış, tatmaya izin var ancak doyum ahirete bırakılmış. Hâliyle bunu anlamayan kişiler bu dünyada her türlü duygusunu doyurmaya çalışıyor. Dibine kadar yaşamayı istiyor, tâ ki ölüm tabutuna kafasını çarpana kadar. Akıllı insan, yaratılış amacını ve dünyanın yeterliliklerini bilir, haddinden tecavüz etmez, pencerelerden seyredip içlerine girmez.

Batı âlemi, Allah’a ve Kur’ân’a aklını ve kalbini kapattığı için, insanı ve bu meydanı doğru tanımlayamamış ve tanıtamamıştır. Dolayısıyla insanın fıtratına uygun bir eğitim verememiş ve insanın yüzde seksenini umutsuzluğa ve mutsuzluğa sürüklemiştir. Yüzde yirmisine geçici bir saadet verebilmiştir.

Mutluluğa odaklanmayalım derken lezzetimizi takip etmeyecek miyiz, keyif almamalı mıyız? Kâinattaki zevk ve lezzetleri, ancak Allah’ın sıfatlarını tanımak niyetiyle arayabiliriz. Güzel bir yemeği, güzel giyinmeyi, zevkli arkadaşlıkları, hoş gezileri ancak arka planda Allah’ı bilmek sevmek niyetiyle arayabiliriz. Zira Abdulkadir Geylânî’nin dediği gibi,

“Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.”

Demek lezzetimizi takip etmenin gayesi dahi mutlu olmak değil, şükür içindir. Şükredecek nimetler az görünüyorsa, tefekkürü derinleştirmek, âlimlerimizin şükürlerine bakmak gerekecek. Zehirlendiğinde dahi ‘Âlem-i İslâma geleceğine bana gelsin’ diye şükreden Bediüzzaman’ımız var bizim. Kuyuya atıldığında sükûnetle kurtarılmayı bekleyen Yusuf Peygamberimiz (as) var bizim. İftira atılıp toplumdan linç yediğinde mutmaîn bir kalple doğumunu bekleyen Meryem validemiz var bizim. Balığın karnında şikâyeti bırakıp pişmanlık içinde şükür makamına geçtikten sonra kurtulan Yunus peygamberimiz var. Fakirlikten kırılan ve kendilerine Cennetteki altın kerpiçleri indirilen çiftin, “ahiretimizdeki bir kerpiç burada fani olmasın” diye razı bir şekilde geri gönderişleri var. Bunların hiçbirini mutlulukla açıklayamam ben, mutmaîn olmakla, bahtiyâr olmakla, râzı olmakla açıklayabilirim. Bu kişilerdeki rahat-ı kalp de Batı psikolojisinin eğittiği kimsede yoktur.

“İşte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelali ve’l-Cemal, sana karşı kendisini her bir mahlûkuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve Onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini Ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!” (Risale-i Nur, 30. Lem’a-3. Nükte)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*