Filistin’i yaşamak

Filistin’i düşündüm, her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan o insanların halini, ahvâlini… Sonra kendime bir baktım. Düşündüm ki, geçim derdi denir ya, işte ben onun için çabalıyorum. Onlarsa sadece yaşamak için… Ben daha iyi bir hayat için; geçinmek, barınmak, yemek gibi ihtiyaçlar için yaşıyorken onların ihtiyacı yalnızca insanca yaşamak. İşte, yemek için yaşayan ben ve yaşamak için yiyen onlar…

Her an ölümü düşünen, ölümü hatırından hiç çıkaramayan insanların hayattan aldıkları zevki düşündüm. Bediüzzaman’ın deyişiyle, “Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?”1 Sonra kendime baktım. Ben de hakikat-i halde her an ölümle karşılaşabilecekken, kendimi nice lezzetlere müptela halde gördüm, üzüldüm.

Onlar ölüm gerçeğini her an gözleriyle, kulaklarıyla, duygularıyla hissederek yaşıyorken yine kendime bir döndüm. Gözleri gaflet perdesiyle perdeli, bir koşuşturma içinde ve ölüm gerçeğinden yüz çevirmiş halde buldum. Lezzetleri acılaştıran ölümü hiç düşünmedim, düşünemedim.

Yine Filistin’i düşündüm… Hayata vesile olan, Hayy isminin tecellî ettiği hastanelerin dahi güvensiz olduğu, bombalandığı bir ortamdaki masum insanların o bîçare hallerini düşündüm. Evinde, rahat döşeğinde, Filistin’de yaşananlardan bîhaber olan kendime bir daha baktım.Orada zulüm gören insanları ne kadar düşünüyorum? Kendim kalben, aklen, lafzen onlarla ne kadar birlikteyim?

Evet, işte bu “kendimi” Bediüzzaman’la muhatap etmeliyim, ona kulak vermeliyim. Çünkü o, “Seksen küsur senelik bütün hayatında dünya zevki namına bir şey bilmeyen”2 biri. Yaşayış itibariyle Filistinli’nin âhını en iyi o duyar, o hisseder. Bu meselede rahatının ve lezzetinin peşinde koşan kendim değil, çekmediği cefa, görmediği eza kalmayan Bediüzzaman söz sahibi olabilir:

“Eskiden ekser İslam aç değildi; teferrühe (refaha) ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze (lezzete) ihtiyar yoktur.”3

“Yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzetle fazla yenilmez.”4

“Dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezaizi terk etmek evlâdır.”5

Evet, komşusu, kardeşi, dindaşı açken tok yatan kişi Peygamber’in (asm) yolundan değilse eğer, Filistin meselesinde onlar zorluklar içerisindeyken bizim de onların gam ve kederlerine ortak olmamız icap eder ki, dualarımız onlarınkiyle beraber arşa çıksın, kabul olsun. Ramazan’da tutulan orucun “aç olanın halini anlamak” dersini vermesi gibi biz de kendimizi bir nebze olsun Filistin’deki masum insanlara benzetelim ki, kavlen ettiğimiz dualar fiiliyata çıkıp kabule mazhar olsun.

Gariplerin dini

“İslam, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hale dönecektir. Ne mutlu o garip mü’minlere!” buyuran Peygamberimize (asm) gariplerin kim olduğunu soran Abdullah bin Mes’ud şu cevabı alır: “Kabilelerinden dinleri için ayrılıp uzaklaşanlardır.”6

Bu hadisi gördükten sonra milyonlarca “garip” Gazzeli Müslümanları düşündüm.Hayata tutunabilmek için, dinlerini huzur içinde yaşayabilmek için Gazze’deki evini terk eden, kurulu düzenini bırakan, yurdundan ayrılan o insanları düşündüm. Sonra, onca baskı ve eziyetlere rağmen bir kabristana dönüşen Gazze’yi terk etmeyen ya da terk etmeye fırsat bulamayan o metîn kalplileri düşündüm. Çünkü onlar, zorluklar içerisinde hayat sürdürmeye ve dinlerini yaşamaya çalışıyorlardı.

Sonra kendime bir baktım. Biraz zahmet çektiği vatanından, yıllarca ekmeğini yediği ülkesinden umudunu kesen kendime. Şu veya bu sebeple hayat kalitesi(!) düştüğü için şikâyetçi olan, şükretmeyen kendime. Alıştığı, ülfet peyda ettiği menfaatleri kaybolduğu için sızlayan kendime…

Kendimi bu halde bırakırken, yüzümü Bediüzzaman’a çevirdim. “Bütün ömrü harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket mahkemelerinde, hapishanelerde geçen” Bediüzzaman’a. “Bir cani gibi muamele gören, memleket memleket sürgüne yollanan, defalarca zehirlenen, türlü hakaretlere maruz kalan” Bediüzzaman’a.

Ve her şeye rağmen “Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helal olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkum etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helal ettim”7 dedirten o halet-i ruhiyeyi düşündüm.

Evet, kulak verdim, “Biz imanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lazımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var”8 diyen Bediüzzaman’a kulak verdim. Ve dedim ki; bizleri dünyaperestlikten, menfaatperestlikten, nefisperestlikten ancak böyle “garip”lerin metaneti, hamiyeti ve arşa çıkan duaları kurtaracak inşaallah.

Kardeşlik hissiyatı ve imtihanı

Ehl-i dalâlet tek bir şahıs olarak, tek bir ülke olarak değil ordular halinde, bir şahs-ı manevî şeklinde saldırıyor. Sadece maddî hücum değil her koldan hücum edip maneviyata da zarar veriyor. Müslümanlar arasındaki ittihad bağlarını koparıp İslamiyet’in şahs-ı manevîsini hedef alıyor. Müslüman ülkeleri yalnızlaştırıp birbirinden uzaklaştırıyor.

İşte Filistin meselesinde de buna şahit oluyoruz. Zulmün şahs-ı manevîsini temsil edenler, Müslüman ülkeleri menfaate müptela ediyor. Medyasıyla, hevesatlarıyla, oyun ve oyuncaklarıyla oyalayıp din kardeşi olan Filistin’in halet-i ruhiyesinden bîhaber ediyor. Ürettiği ürünlere Müslüman devletleri bağımlı hale getirip zarurî olmayan ihtiyaçları zarurî hale getiriyor. Böylelikle başkasına bağımlı olan Müslüman, başkasının zulmüne mecburen sessiz kalıyor. Bundan güç alanlar da zulmü devam ettiriyor ki olan masum ve mazlum Filistin halkına oluyor.

Zulümde birleşenlere karşı hak olan davada birleşmek Müslümanların boynunun borcudur. Bu borç, İslâmiyet nimetinin karşılığıdır. Aksi halde İslâmiyet bizden, biz de İslâmiyet’ten uzaklaşacak ve git gide dünyaya daha çok bağlanacağız.

Filistin’e yardım etmek önce Filistin’i yaşamakla olur. Bu da halini onların haline, hissini onların hissine, metanetini onların metanetine benzetmekle olacaktır. Zulmün karşısında olmaksa, tüm menfaatini elinin tersiyle itip mazlumun tarafına geçmektir. Ortak noktası zulmetmek olanlara karşı İslâm’ın emri olan uhuvvette, kardeşlikte birleşmek bizlere lazım ve elzemdir. Yalnız bir fert olarak değil, birlik ve beraberlik içinde hareket ederek, bir şahs-ı manevî oluşturarak, birbirinden güç alarak onlara destek olmak gerektir.

Evet, Bediüzzaman’ın deyişiyle, “Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa; hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.”9

Dipnotlar:
1) Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
2) Bkz. Tarihçe-i Hayat, Tahliller.
3) Mektubat, Hakikat Çekirdekleri.
4) On Dokuzuncu Lem’a, Dördüncü Nükte.
5) Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
6) Müslim, İman: 232.
7) Tarihçe-i Hayat.
8) Emirdağ Lahikası.
9) On Altıncı Mektub’un Zeyli.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*