Filistin’in serencamı

Yüzyılın hastalıklarını en iyi tespit etmiş âlimlerden bir tanesi hatta belki en isabetlisi Bediüzzaman Said Nursî. Asrın Bedi’i lakabını ne kadar hak ettiğini, tespitlerinin ne kadar istikametli olduğunu geçen her yılda ve yaşanan her hadisede görmeye devam ediyoruz. Filistin meselesi de muhakkak bunlardan bir tanesi. Son bir aydır Gazze’de yaşanan ve esasen 75 yıldır devam eden zulüm, Avrupalılar için yeni değil. Aynı vahşet geçtiğimiz yüzyılda tüm Avrupa’yı hatta dünyayı kasıp kavurmuş ve milyonlarca insanın ölmesine sebep olmuştu. Bir yanda medeniyetiyle ve özgürlüğüyle örnek alınan Avrupa, diğer yanda aynı hükümetlerin göz göre göre sebep oldukları sayısız kıyım ve katliam var.

Yaklaşık 150 yıldır bağımsızlığını kazanmak uğruna can veren Filistin, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere kaybedilene kadar Osmanlı yönetimi altındaydı. Savaş sırasında Osmanlı yönetimindeki İttihad ve Terakki Partisi İngilizlerin bölgede bir Yahudî Devleti kurma isteğinin farkındaydı ve bu konuda ayrılıkçı fikirlerin önüne geçmek için müttefik devletlerde yaşayan Yahudîlerle görüşmelerini sürdürüyordu. Savaş devam ederken Mekke Şerifi, İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandı, ayaklanma Filistin ve Suriye’ye de yayıldı. Savaşın kaybedilmesinin hemen öncesinde dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonist Federasyonu Başkanı Rothschild’e Filistin’de Siyonist bir Yahudî devleti kurmak istediklerine dair bir mektup gönderdi ve bu mektup bir yıl sonra diğer itilaf devletleri tarafından da kabul gördü. Ancak o sıralarda İttihad ve Terakki yönetimi bu fikri İngilizlerin siyasî kandırmacalarından biri olarak görüyordu. Filistin’e göç etme ve devlet kurma fikri bu dönemde henüz Yahudîler arasında dahi kabul görmemişti, hatta Balfour mektubunda “Filistin” devletini tanıyor ve bölgede bir Yahudî yönetimi kurulursa diğer inançların bundan zarar görmeyeceğinden bahsediyordu.

İngilizler savaş döneminde bağımsız devlet vaatleriyle Arap yöneticilerle görüşmeyi sürdürdüler, Filistin’i aynı anda hem birden çok Arap liderine hem de Yahudîlere vadettiler. Osmanlı orduları Almanların desteğine rağmen Filistin cephesini kaybetti. Savaştan sonraki yıllarda Filistin, Araplara bırakılmadı ve İngiliz mandasına girdi. Filistin halkı İngiliz mandasına karşı bağımsızlığını kazanacak politik güçte değildi. Yahudîlerse dünyanın her yerinde etkili lobicilik faaliyetlerini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve Filistinlilerin büyük direnişiyle karşılanan Yahudî göçü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hız kazandı. 1948 yılına gelindiğinde Yahudî milisleri Filistin köylerinde yer açmak için katliamlar gerçekleştirmeye başladılar ve aynı yıl vadedilen Yahudî devleti kuruldu. Yahudî devletinin kuruluşu milyonlarca Filistinlinin kendi topraklarından sürülmesine ve geri dönememesine neden oldu.

1967 yılında Arap devletlerine savaş açarak topraklarını genişleten İsrail, 75 yıldır bölgedeki şiddetin kaynağı konumunda. İşgali altındaki topraklarda halkın isyanını önlemek için gün geçtikçe daha vahşi yöntemlere başvuruyor. Filistinliler bağımsızlık isteklerinden ötürü terörist muamelesi görüyor, devletleri İsrail tarafından tanınmıyor. Yahudîlerin önce işgal edip daha sonra boşaltmak zorunda kaldıkları Gazze, 2004’ten beri abluka altında tutuluyor. Filistinliler hem Gazze’de hem de işgal altındaki Batı Şeria’da kadın çocuk demeden öldürülüyor. Yahudî yerleşimciler yerel halkın arazilerini sözde yasal dayanaklarla gasp ediyor… İsrail’in uluslararası hukuk önünde işlediği suçlar Amerikan hükümetleri tarafından desteklendiği için Birleşmiş Milletler bölgede yaptırım uygulayamıyor ya da uygulamıyor.

Bediüzzaman Hazretleri, iki dünya savaşı sonrası Avrupa medeniyetinin fasid tarafını analiz ederken şöyle demişti:

“Nev-i beşer, bu son Harb-i Umuminin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdı ile ve merhametsiz tahribâtı ile; ve birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle; ve mağlûpların dehşetli me’yusiyetleriyle; ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhâfaza ve büyük tahribâtlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fânî ve muvakkat olması ve medeniyet fantâziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidâdâtın ve mahiyet-i insaniyesinin umumi bir sûrette dehşetli yaralanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyâset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sûreti görünmesiyle; elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki, şimâlde, garbda, Amerika’da emâreleri göründüğüne binâen, nev-i beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak…”

Hümanizme dayandıklarını iddia etmelerine rağmen Avrupalı büyük devletlerin çoğunluğu için insan hakları, kendi çıkarlarının başladığı yerde bitiyor. Aydınlanmanın ve sömürgeciliğin tarihsel sürecine bakınca İkinci Avrupa’nın Filistin meselesinde takındığı “mağduru suçlayıcı” tavra şaşırmak mümkün değil. Aynı gaddar tavrı mülteci meselelerinde de görüyoruz. İkinci Avrupa, kendi hasis menfaatinin gerektirdiği yerde şeytanın ayağını öpecek bir medeniyet anlayışı üzerine kurulmuş. Günümüzdeki tablodan anladığımız kadarıyla mevcut Avrupa hükümetlerinin çıkar ilişkileri içinde İngiliz-Yahudî Devleti’nin konumu ve getirisi, öldürülen masum siviller için terk edilemeyecek kadar önemli. Ancak umumî tablonun kasveti içinde tabiî ki akıl ve vicdan sahiplerinin yeri var. Hürriyet çerçevesinde kendi hükümetlerine itiraz edenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Tüm insan hakları örgütleri Filistin’in yanında. Halklar, bahusus kendi tarihlerinde sömürgeciliğin gazabına uğramış ve ezilmiş milletlerin torunları Filistin konusunda uyanmaya başlamış durumdalar. Sosyal medyanın sansürlü de olsa getirdiği haber alma özgürlüğü insanları çıkarları uğruna gördüklerini inkâr etmekten men ediyor. Amerika’da ana akım medyadan yayılan kuvvetli propagandaya rağmen bu Ekim’de başlayan katliam karşısında uyananların sayısı, iki yıl önceki Şeyh Cerrah olaylarında uyananların sayısını kat kat geçmiş durumda.

Her meselede olduğu gibi Avrupa konusunda da toptancılığa ve ümitsizliğe karşı olan Bediüzzaman, hem faziletini hem vahşetini gördüğümüz Avrupa’nın iki yüzünü açıklarken bu iki Avrupa’yı nasıl ayrıştıracağımızın haritasını da çiziyor. Avrupa medeniyetinin, insanlara zarar vermekle beslenen ifsatçı ve ihtilâlci komiteler yüzünden kurtlaşmış bir ağaca benzediğini söyleyen Üstad, istikbalde İslamiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasininin galip geleceği müjdesini veriyor.

Tüm Asya milletleri ve Müslümanları gibi Filistin halkı da cehalet, zaruret ve ihtilaf düşmanlarına karşı sanat, marifet ve ittifakla silahlanmaya muhtaç. Bediüzzaman’ın tarif ettiği hürriyet Türkiye’de ve Arap devletlerinde inkişaf etmediği veya etmesine izin verilmediği için, çeşit çeşit istibdatlarla kayıt altında tutulan halklar hükümetlerini İsrail’e baskı uygulamaya zorlayamıyorlar. Türkiye ve Arap hükümetleri İsrail ve Amerika’yla olan sözde ilişkilerini Filistin’deki soykırımdan önemli görüyor. Müslüman coğrafyadaki hükümetler İsrail’e caydırıcı yaptırımlar uygulamadığı için sivil halkın tepkisi de yetersiz kalıyor.

Bizler insanın haklarını Kur’ân’ın ahkâmından öğrenen ve doğru İslâmiyet’i yaşamaya çalışan Müslümanlar olarak, Batılıların yakın zamanda Veda Hutbesinin hakikatlerine yaklaşacağına inanıyoruz. Hürriyet, insanların yaratılış bakımından eşitliği ve suçun şahsîliği gibi ilkeler bugün siyaset sahasında kabul edilmeyi bekliyor. İnsanlık İslam’ın getirdiği hakikatlere yaklaşmak için bin yıldan uzun süredir yol kat ediyor ve hâlâ gidilecek çok yolu var. Ümidimiz, adalet ve hürriyetin tüm dünyada galip gelmesi yönünde.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*