Emanet ve malikiyet

Maslow, ihtiyaçları bir hiyerarşi içerisinde sıralamış olsa da insan ihtiyaçları, ne bir piramide hapsedilecek kadar nakıs, ne de insan ruhu, o hiyerarşiye tâbi olacak kadar esirdir. İnsan sonsuz ihtiyaç sahibidir, sonsuz temayülleri vardır ve sonsuz bir tekâmül sürecinden geçer. Sanıldığı gibi “kendini gerçekleştirmek, istidatlarının inkişafı” insan için son basamak değildir. Aslında insan için son basamak diye bir şey de yoktur. A’lâ-yı illiyyin “artık oldum” mertebesi değildir. Bu sebeple insanı tanımak, yaratıcıdan uzak bir bakışla çok eksik kalır.

Allah (cc), yarattıklarını değerlendirebilmesi amacıyla insana bir akıl ve şuur vermiştir. İnsanın bu akıl ile etrafını, yaşadıklarını, kendini bir değerlendirmeye tabi tutmasını ve aslında tüm bunlardan bir mana çıkarmasını ister. “Niye yaşıyorum, bu yaşadıklarımın ne anlamı var?” gibi sorular insanın “hakikati bilme” ihtiyacından neşet eden sorulardır. Ve Allah, insanın bu ihtiyacına da karşılık verir.

Hayata bir anlam atfetme ve ona göre yaşama her insanın bilinçli ya da bilinçsiz yaptığı bir şeydir. Çünkü yaşadıkça hayata dair bir şeyler zihinde şekillenir. “Hayatı öylesine, işime geldiği gibi yaşıyorum” diyen biri bile hayatı, zihninde kendine göre şekillendirmiştir. Sathî de olsa bir mana vermiştir. Fakat mana dediğimiz şey hakikate yaklaştıkça tatmin eder. Hayatın tüm gerçeklerini içine alırsa tutarlı olur. Bu yüzden insan, bu hayata bir mana atfederken en büyük gerçek olan ölümü de düşünmek zorundadır. Ancak insanların bir kısmı mana gibi ulvî ve aşkın bir kavramı dahi kendi nefis mertebelerine alet etmek zorunda hissettikleri için türlü türlü eksik, tutarsız, absürt fikir akımları, yaşam felsefeleri ortaya çıkmıştır.

Din dediğimiz şey de aslında insanın manalı ve hikmetli bir hayat sürme arzusunun neticesinde Allah tarafından onun bu fıtrî isteğine binaen gönderilmiş bir olgudur. Bu noktada Hz. İbrahim’in (as), Rabbini bulma isteğini manasız bir hayattan kaçış olarak da değerlendirebiliriz. Yaşanan milyonlarca olayın tek tek manasını düşünmek yerine o olayın tek biri tarafından, tek bir manaya ulaşmak için gönderildiğini bilmek insanın sırtındaki ağır bir yükü kaldırmakta ve tüm sorunları için kolay ve tutarlı bir çözüm yolu sunmaktadır. İnsan o tek manaya ulaşırken elbette birçok duygu yaşayacak, birçok düşünce gelip gidecek fakat sonunda tüm bunları sağlam bir zemine oturtacaktır.

Gelişigüzel, plansız, manasız bir hayatın huzur ve tatmin verebilmesi için sadece o an ile sınırlı kalmaması gerekir. İnsan beyni, eğer sadece anda kalabilen bir beyin olsaydı, işte o zaman anı kurtarmak, haz odaklı yaşamak mantıklı olurdu ve tatmin verirdi. Ancak biz, zaman, mekân, kişi, olay ilişkili mahlûklarız. Dolayısıyla huzuru parçada değil bütünde aramak daha akıllıca olacaktır. Bütünde bir huzur ve tatmin arayışı, bir gaye oluşturacağından dolayı hayatımızın tüm kesitlerini de etkileyecektir. Yaşadığımız hüzün o anda bize kötü hissettirse de aslında bizim için bir manaya hizmet edecek ve boşa gitmeyecektir. Böylece hayatımızın her anı kıymetli ve değerlendirilmiş olacaktır. Bu ise insana huzur ve güven verir. İnsanı derin bir pişmanlık hissinden kurtarır.

Bir mana olarak emanet şuuru

Dağların taşımaktan çekindiği “emaneti” insan yüklendi. Hayatın manası bu emanette gizli. Bir hayat tarzı, bir bakış açısı oluşturmak bu emanette gizli. Sahip olduğumuz, yaşadığımız, elde ettiğimiz, harcadığımız her ne varsa önce iç dünyamızda emanet şuuruna uğramalı. Emanet ve malikiyet birbirinden ayrı iki yol. İkisi de farklı bir görüş oluşturuyor. Malikiyet yolu, yaratılıştan memluk olan insan için fıtrî değil. Fıtrî olmadığından hayatın belli dönemlerinde patlak veriyor. Çünkü insan acizlikle yoğrulmuş bir mahluk. Kendi hayatının ipini ellerinde tutabilen bir gücü yok. Bundan dolayı kendi gerçeğine uygun bir hayat felsefesi oluşturmak zorunda.

Emanet yolu ise kendi konumunu bilen insanların yolu. Kendisini bir yaratıcının varlığı ile anlamlı bulan insanların yolu. Elindekilerin bir emanetten fazlası olmadığını düşünenlerin ve buna göre amel edenlerin yolu.

Emanet; sorumluluk isteyen bir yol. Cahil ve zalim olma korkusu yüzünden tedbirli ve temkinli hareket etmeyi gerektiriyor. Emanetin teslim edileceği güne kadar bu bilinci ve tedirginliği taşımak gerekiyor. Ancak bir sahiplenme olmadığı için dünya hayatının iniş ve çıkışları kişiyi yıpratmıyor. Emanetin esas sahibinin gücüne, merhametine, hikmetine duyulan güven, kişinin sırtından büyük bir yükü kaldırıyor. Bu da kişiyi sadece yaratıcısına karşı sorumlu hâle getiriyor. Bir kafa karışıklığından kurtarıyor. Yaşadığı her olayda her duyguda “Bunu neden yaşadım, tüm bunların anlamı ne?” sorularına mukni ve tatmin edici cevap verdirten bir yol.

Emanet şuuru, tutarlı ve net bir hayat felsefesi sunar insana. Bu netlik kişinin hayatını yıpranmalardan, dengesizliklerden kurtarır. Hayatının bütününü büyük bir yapbozun parçaları ve büyük bir gayenin küçük adımları olarak değerlendirmeyi netice verir. Yaşanan her şey, her duygu, her başarı, her iniş, her çıkış bir amaç dahilinde birleşir. İnsanı “Saçma bir hayat sürüyorum” yanılgısından kurtarır. Zemine sağlam basan, ne yaptığını ve ne istediğini bilen alim bir insan olmayı netice verir.

Mana arayışı ve hayatı bir anlam dahilinde yaşamak, fıtratına kulak veren herkesin şedid bir ihtiyacıdır. İnsan, iç âlemini çözemeyebilir lakin ihtiyaçlar iştiyakların habercisidir. İhtiyaçları dinlemek, insanı fıtratına götürecektir. Tıpkı Hz. İbrahim’in bir Yaratıcıya duyduğu ihtiyacın, ona batıp gidenleri çirkin göstermesi gibi. O, ihtiyaçtan yola çıkıp fıtratına ulaştı ve fıtratı ona fânî olanı çirkin gösterdi.

Huzursuzluk, iç sıkıntısı, arayış… Bunlar anlamlı yaşamak isteyen her insan için yol gösterici rehberlerdir. Bunları iyi değerlendirmeli ve bu değerlendirme sonucunda emanet yolunda mı, malikiyet yolunda mı yürüyoruz bir gözden geçirmeli.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*