“Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bahusus zîhayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.” (Mektubat)
Dostoyevski şöyle düşünüyordu:
“…Kendi içinde değişmez sabit kuralları da olsa, hemen hemen her gerçeklik her zaman olası olmayan ve umulmayandır. Aslında gerçek ne kadar çok gerçekse, o kadar da ihtimal dışıdır.” (Lebedev, Budala)
El-Mesudî, satranç hakkında eserinde, “Bu ‘soylu sanat’ın kendi yasalarıyla uyum içinde dünyayı-içe ve dışa doğru-yönetmektir” demektedir. Bu sanat ihtimallerin bilinmesi olan bilgeliği gerektirir; artık bütün ihtimaller, birleşmiş bir tarzda evrensel ve Îlâhî Ruh’ta toplanmıştır. Gerçek bilgelik ruhla az çok kusursuz bir özdeşleşmeden geçer ve bu da satranç tahtasının geometrik özelliğiyle, kozmik ihtimallerin özsel birliğinin ‘mührü’yle simgelenir.
Burckhardt, daha sonra diyor ki:
“Ruh hakikattir; insan hakikat sayesinde özgürdür; insan hakikat dışında kaderin (biz buna matematik diyelim) kölesidir. Satranç oyununun öğrettiği budur; kendini satranca teslim eden Kşatriya onda yalnızca bir meşgale ya da savaşçı tutkusu ve macera ihtiyacını yücelten bir vasıta bulmakla kalmaz, ayrıca, kendi entelektüel kapasitesine bağlı olarak düşünmenin bir aracını ve eylemden tefekküre giden bir ‘yol’ da görür.” (Aklın Aynası)
Sezai Karakoç demişti: “Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır.” Bediüzzaman içinse kâinat bir yüksek zemindir (oyun tahtası mı, hakikatin cilvegârı mı?) Her şey bir tekrar mıdır, tahkim midir? Hakikate her bir şeyin (âyet) tekrarla tahkimi ile gidilir-ki tefekküre giden yol bu olsa gerektir:
“Bilirsiniz ki, her âyet için bir zahir var, bir bâtın var; bir had var, bir muttala’ (öğrenme yeri, bilgilenme noktası) var. Ve her bir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet her yerde öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.” (Mesnevi-i Nuriye)
“Psikanalizde yalnızca abartılar doğrudur.” Theodor W. Adorno’nun başyapıtı olarak kabul edilen Minima Moralia’daki aforizmatik düşüncesi… Biri, duyar duymaz, “amma abartmış” diyecektir. Bir başkası “evet, pekâlâ doğru olabilir”. İp iki ucun arasına gerilir.
Tom Stafford’a göre, doğru olup olmamasından bağımsız olarak, bir şey tekrarlandıkça insana doğru gelmeye başlar.
“Tekrarlanan yalan gerçeğe dönüşür” sözü çoğunlukla Nazi propaganda bakanı Jospeh Goebbels’e atfedilir ve propagandanın temel kuralı olarak bilinir. Psikologlar bunu “gerçek yanılsaması” etkisi olarak tarif eder. Ancak, Amerikan Vanderbilt Üniversitesi’nden Lisa Fazio’nun ekibi, şunu fark etti: Bir belirlemenin doğru olarak değerlendirilmesindeki en büyük etken onun gerçekten doğru olup olmadığıyla ilgiliydi. Tekrar etkisi gerçeği maskeleyemiyordu. Tekrar olsun ya da olmasın insanların yalanlara oranla gerçeklere inanma ihtimali daha fazlaydı. Bu ise, insanın inançlarını nasıl güncellediğini gösteriyor. Tekrarlar, işin aslının farklı olduğunu bildiğimiz hâlde, bazı belirlemelerin daha doğruymuş gibi algılanmasına neden oluyor, ama o bilgiyi hükümsüz kılmıyor.
Peki, bunun nedeni ne olabilir? İşittiğimiz her bilginin ne kadar mantıklı olduğunu sorgulamak için gösterilmesi gereken çabada yatıyor her şey. Her bir şey duyduğumuzda onu mevcut bilgimizin süzgecinden geçirmeye kalkışmak çok çaba ve zaman gerektirir. Oysa hızlı yargılara varmamız gerekir ve bunun için kestirme yollar kullanırız; bunlar çoğu zaman doğru sonuçlar verir.
Ne sıklıkta işittiğimize göre, duyduğumuz şeyin doğru ya da yanlış olduğuna karar vermek stratejilerden biridir. Taklidî onay diyelim biz buna. Eğer sadece tekrarlar yargılarımızı etkiliyor olsaydı, o zaman sorunlu bir durum olurdu. Ama öyle değil. Çok daha geniş bir muhakeme gücü kullanıyoruz, ama bunların sınırlılıklarını da kabul etmek gerekiyor. Taklit tahkike yol açabilir… Bunun araçlarından biri, inandığımız şeyleri tekrar tekrar kontrol ederek neden inandığımızı anlamaktır. Bir şey bize mantıklı geliyorsa, bu o gerçekten doğru olduğu için mi, yoksa bize sürekli tekrarlandığı için midir?
Ancak yanılsamaya karşı alınacak tedbirlerden biri, yanlış şeyleri tekrarlamaktan kaçınma zorunluluğudur. Gerçeklerin önem taşıdığı bir dünyada yaşıyoruz. Kaynağına inip doğruluğunu araştırmadan bir şeyi tekrarlıyorsak, yalanlarla gerçeklerin birbirine karıştığı bir dünya kurulmasına yardım etmiş oluruz. “Yani tekrarlamadan önce düşünmekte fayda var”, Stafford’a göre. Tahkike ulaşmayan kabul, problem üretmeye devam edecektir.
Alışkanlıklar da böyledir. Bediüzzaman buna “ülfet perdesi” der. Yanlışlar alışkanlık hâline gelmeye doğrulardan daha meyilli olabilir. Doğru tam yerinde ‘hakikat’ olarak yerleşmezse, yanlış kendine oynak da olsa zemin bulur. Bu tekrarla bir yer edinir ve doğru olan sonradan öğrenilse de yanlış her durumda kendini gösterecek bir an ve durum kollar. Bunun için başta hakikat tam yerinde görünmeli ve yanlışa vücud ve varlık verilmeyecek biçimde olmalıdır. Bediüzzaman’ın her şeyi kitap merkezindeki konumu gereği ‘âyet’ olarak okumak gereği burada kendini gösteriyor.
Oxford Sözlüğü’nde 2016 yılının en çok öne çıkan kelimesi “hakikat ötesi” olmuş. Anlamı: Duygularımızın, algılarımızı nesnel verilerden daha çok etkilemesi… Ve nesnel gerçeklerin önemsiz hâle gelmesi…
Hakikat -sonrası bileşik bir anlamdan ziyade hakikatin etkisizleştiği ve ilgisizleştiği, ilişiğin kesildiği sonrası aşaması olarak görülüyor. Bu bir anlamda hakikatin tüketimi olarak anlamın ulusal -sonrası (1945) ya da ırksal- sonrası (1971) gibi kavram uygulamaları ile benzeştirilebilir. Burada açıkça görülen hakikatin anlamla bağlarının koparılmasıdır. Bediüzzaman’ın: “Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…” diyerek, ardından:
“Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır… öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır” (Muhakemat) dediği öngörüsü de, ihtimaldir, bu dönemi tarif etmektedir.
Bu kavramı ilk kez 1992 yılında Amerikalı oyun yazarı Steve Tesich bir makalesinde kullandı. İran ve Körfez Savaşı ‘skandalları’ sonrası ‘özgür insanlar olarak karar verdik ki’, diyordu: “Biz hakikat sonrası dünyada yaşıyoruz”. ‘Bilinen gerçeklerden sonra’ hakikat kendisi ile ilgisini ve bağını kaybediyor. Gerçeğin bildiğimizin dışında olduğunu anlıyor ve yaşıyoruz. Bir şeyin doğru olduğunu hissetmek, gerçekte doğru olmasından daha değerli bulunuyor. Bu asrın izole edilmiş gerçeklik evreninde, zihnin çarklarında üretilen hakikatin karakteristiğini iptal etmiş, hakikatin benliğe çarpıp düşerek dağılıp çoğalması… Gerçek, bulgudan farklı olabilir. Hakikat hakikat üstüne ise… “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez” (Mektubat)
Hakaik’ül hakaik, hüve demek… O zaman: “Lâ meşhude bi nazaril hakikatihi illa hüve”dir.
Hakikat ‘etrafına cami ağyarına mani’ olacaktır ki, bu durumda insanın hakikati üretmesi değil keşfetmesi gerekir. Üretim keşfe manidir. Başta nefis en büyük engeldir. Bediüzzaman’ın dediği de budur:
“Hakikatın keşfine mani olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve tarafdar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca’ etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak” (Muhakemat) gibidir.
“Hakikati bilenle onu seven birbirine denk değildir; hakikati sevenle ondan zevk alabilen de birbirine denk değildir” (Konfüçyüs)
Minima Moralian’ın aforizmatik düşüncesi: Psikanalizde yalnızca abartılar doğrudur. Enis Batur, aforizmalardan bahsederken, “İyi aforizmadan safkan haklılığı temsil etmesi, barındırması değil; oradan olsa olsa ‘hikmet’ çıkar” diyor. Adorno, amacını, “her noktası merkeze aynı uzaklıkta olan bir yazıya ulaşmak” olarak belirtmiştir ki, hakikat merkezin inşasındaki o amaç olacaktır. Hâlbuki kâinattaki her bir ‘âyet’ merkezdeki konumuna yerleşmiştir.
Aforizmanın doğasında kara mizah ve de ‘ironi’ olması bekleniyor demek ki… Hakikat kesinlik ve keskinlik uyandırıyor olmalı… Bediüzzaman, hakikat mizah ilişkisini anlattığı yerde Peygamber Efendimiz (asm) için “Mizah yapmıştır, ancak mizah da olsa hakikat söylemiştir” diyor. Hakikatin mizah söylemini de içerdiğini söylüyor. Üstad, abartı için de, “mübalağa ihtilâlcidir” diyor. Yani, abartı hakikate karşı bir bozgunculuktur, ‘fesad’dır. Karıştıran ve uzaklaştıran…
Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: “Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayâli hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ihlâl eder. Nasıl ki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir.”
“Kezalik hakaik-i diniyeyi temyiz etmeyen ve her birisine müstehak olduğu hak ve itibarı vermeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, her biri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, her biri bir acemî adama benzer ki; gayet muntazam ve cesîm bir makine içinde küçük ve latif bir çarkı görüyor ki, hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasib görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber, gurur-u nefs nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz’-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip bilmediği halde fabrikayı herc ü merc eder, başını yer…”
“Elhasıl: Şeriatın herbir hükmünde Şâri’in bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o hüküm herşeyden müstağnidir. Hem de lafz-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifratperveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir.” (Muhakemat)
Kimya sahibi olmak… Sırlar sahibi, yani bileştirmek… Bediüzzaman, “hem bir kimyagerim”, diyor. “Hem de tüccar” ki, her bir sikkenin tam değerini bilerek çarşıda iş yapabiliyor.
Hacı Bektaş’a atfedilen Makâlât’ta sûfilerin geleneğinde olduğu gibi dört kapıdan geçer. İlk kapı İslam’ın ‘şeriat’ı, ikinci kapı ‘tarikat’, yani Hak irfanına ulaşmak için gereken yol öğretileri, üçüncü kapı ‘marifet’, yani Allah’ı anlama, dördüncü kapı ise ‘hakikat’, yani ilâhî Gerçek’in, Zât’ın dolaysız kavranmasıdır. Kur’ân’ın da buna koşut olarak dört anlamı vardır: Halk için dış metin, bilgeler için metnin incelikleri, veliler için batınî anlamı, Peygamber için de mutlak Gerçek. Bediüzzaman on iki tarikatı birleştiren bir dersi doğrudan Kur’ân’dan çıkardığını söylerken, her ilmin ve irfanın Kur’ân’a basamaklar olduğunu ifade eder:
“Ben seksen kitab okudum... Bunlar benim için Kur’ân’ın hakikatlerine çıkmaya basamaklar oldu. Sonra Kur’ân’ın hakikatlerine çıktım, baktım, her bir âyetin kâinatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka bir şeye ihtiyacım kalmadı. Kur’ân bana kâfi geldi.”
Caner Kutlu
caner-kut@hotmail.com
İlk yorumu siz yazın