Oğuz Atay şu karara varıyordu: “Kendini halletmeyen insan kendi dışında hiçbir şeyi halledemez.”
Adalet içinde merhamet, insanın içinde büyüyen iki kök, hesap gününe kadar süregidecek… Freud’e göre, medeniyetin en büyük keşfi vicdandır; çünkü herkesin başına bir polis dikemezsiniz. Bediüzzaman da Risalelerini savunurken şöyle diyordu: “Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men’etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O hâlde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır. (Şualar)
Merhamet de böylece, adalet gibi, zihnin çarklarında işleyen bir ölçü ve hesap işidir. “Merhametten maraz doğar” sözünün anlamı Bediüzzaman’ın, “Merhamet-i İlahîden fazla merhamet merhamet değildir” ölçüsü ile birleşir. Burada ölçü, değeri de belirleyendir: “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniye’nin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.” (Kastamonu Lahikası)
Adalet ve merhamet insan tercihlerinin bir sonucu olarak; asıl, öncelik, hak, insaf, eleme, önceleme ve kararlar biçiminde pek çok parçaları içeriyor. Tercih veya üstünlükler… Kuantum belirsizliği üzerinden psikolojik alanda da üretilebilir; mekanik bir sürece de bağlanabilir. Her şekilde varacağı yer belirtili alanın da derininde ayrı bir sistematik ya da disiplin olacağıdır. Yeni isimler, yeni açıklamalar… Neticede tercihler üstünlük ya da disipliner bölümlerin dışına taşmak durumundadır. O hâlde bazen seçim denilen tercihleri üreten süreç bir muamma (belirsizlik değil, bizce meçhul!) olarak kalmaya devam edecektir. O halde:
“Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Hâlbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazen yapmak ve bazen yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?”
“Elcevab: Tereccuh bilâ-müreccih muhaldir. {Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.} Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüçhaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki’dir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni, böyle bir işi görmektir.” (Sözler)
Bunun çok üstün bir izah olduğu açıktır. Bazen sonuçlar verilerden bağımsız olacağı gibi psikolojiden, parapsikolojiden, manyetizma ya da telepati gibi pek çok isimlerden de bağımsız apayrı bir yerde durur. Hatta bunlar tümünü içinde toplayan olasılık uzayını da aşan bir etki vardır ki-aslında etki odur- uzay yalnızca bir yansıma ve bizim için sınırdan geri dönüp bize tekrar görünen ardıl yansımalardır. Hakikat adalet-i mahza kaynağı olan küllî iradedir. Adalet ve merhamet arasında işlenir. Buradaki sır ise “boşluk”ta dolanan “eşitlik”tir.
“Kimse sana eşitliği, adaleti ve başka hiçbir şeyi vermez, bunları kendin alırsın!” fikrindeydi Malcom X. “Eşitlik olmadan adalet olmaz.” Bu hüküm kısastan gelmiştir. Kısas: Eşitlikten doğan karşılıklılık… “Hüre hür, dişiye dişi, köleye köle kısas edilir.” (Bakara, 178) Tıpkı “hudus hakikati kâinatı istila etmiştir” gibi; daha yukarıda, eşitlik olmadan “olasılık” da “hesap” da bulunamaz. Bediüzzaman “irade-i küllîye”nin muvazene sırrını (sır emrin saklı olduğu “kaf-nun” tezgâhı içindeki ruhtur) bu eşitlikle açıklıyor; varlığı da:
“Meselâ: Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.” (Sözler)
Bu eşitlikten her bir şey varlık âleminde bir değer kazanıyor. O hâlde farkı ortaya çıkaran nedir? Fazilet, yani “erdem”ler…
Sezai Karakoç taş örneği veriyordu: İslâm düzeninde bir taşın bile bir hakkı vardır ki, o hakkı ne insan, ne de toplum elinden alabilir. O hak da, o taşın İslâm yolunda, en faydalı ve en verimli bir yerde kullanılmasıdır. O taşı kötü yolda kullanan, o taşa da, kendisine de zulmetmiş olur ve yarın o taş o kişiden davacı olacaktır. Çünkü Karakoç’a göre: Allah’ın bir isminin de Hak olduğu ve hak kelimesinin etimolojik anlamında “gerçek” anlamının bulunduğu düşünülürse, hak, fayda+ödev+sorumluluk demektir.
“Adalet, tıpkı sadâkat gibi, bizâtihi kendisi için arzu edilen bir şeydi” demiş Bîrûnî; yani adalet, Bediüzzaman’ın “güzel” tarifinde “bizzat güzel” sınıfına girer. Merhamet de böyledir. Halil Cibran: “Adaletin yarısı merhamettir” derken, İranlı Yönetmen Mecid Mecidi; filmlerinin temasında neden sürekli “merhamet” konusunu işlediğine dair soruya ise şöyle cevap veriyor:
“Merhamet olayı, benim hayata ve sinemaya bakış açımla ilgidir. Benim anlayışıma göre bütün insanlar, fıtrî olarak çok temiz ve pak doğarlar. Ancak yaşadıkları ortamlar ve yürüdükleri yolda maalesef kirlenme, tozlanma söz konusu olur. Bence peygamberler de insanların kirlenmişliğini temizlemek ve aklamak için gelir. Ben de filmlerimde özellikle bu konuya yoğunlaşarak, insanların kalplerindeki o temiz ve fıtrî olan gerçek merhamet tarafını yakalamalarını istiyorum.”
Bediüzzaman’ın adalet-merhamet ilişkisine dair şöyle “bir hesabı” var:
“Cenab-ı Hakk’ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir. Evet, zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde, Allah’ın fazlına mazhar olur. Masiyet ile azab arasında kavî bir münasebet vardır. Hattâ ehl-i itizal, masiyet hakkında, doğru yoldan udûl ile masiyeti, şerri Allah’a isnad etmedikleri gibi, masiyet üzerine tazibin de vâcib olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istilzam ettiği, Rahmet-i İlahiyeye münafî değildir. Çünki şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir.” (Mesnevi-i Nuriye)
Felsefe Bölümü’nden Prof. Dr. Rahmi Karakuş, adaletin özündeki erdemi “iffet” olarak tarif ediyor: “Bana göre bugün modern insanın en çok ihtiyaç duyduğu adaleti önceleyen bir erdem var. O erdemi ikincil plana Aristoteles itmişse de Platon’da o erdem, adaletin içinde yer alıyor. Bugün ona biz darlaştırılmış hâliyle İslâm dünyasında “iffet” diyoruz. İffet gerçekleşmeden, ölçülülük gerçekleşmeden adalet, sadece mekanik bir uğraş olur. Ahlâken lâzım olan iffet, hukuken lâzım olan adaletin zeminini oluşturmaktadır.” Karakuş sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Adaletin nevileri sırasıyla: sadakat, ülfet, vefa, şefkat, sıla-i rahim, mükâfat, Hüsn-i şerike (ortak işlerde dürüst hareket etme), Hüsn-i kaza (hakları güzellikle ödeme), teveddüt (yakınların ve erdemli kişilerin dostluğunu kazanma), teslim, tevekkül, ibadettir. Hikmet, hakkı bilmekle başlar. Hak ise Allah, gerçek, doğru veya bir şeyin, bir durumun hak edişi anlamında kullanılmaktadır. Hak; insan hakları manasında etik, Allah manasında optik, bilgi manasında epistemik bir karakter taşıyan terimdir. Hikmet sahibinin asıl bilmesi gereken hakkın bu üç hâlidir. Hakkı ve hakka tahakkukunu bilmeden buna uygun davranılamaz.”
“Beşerde hayvanın aksine olarak, kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor. Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Evvelâ şahıs itibariyle: Bir şahıs çok evsafa câmi’dir. Onların içinde bir sıfat adaveti celbetse, birinci âyetteki kanun-u İlahî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin; mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.
Hâlbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zalimane ile bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip, mevsufa da husumet; hattâ onda da iktifa etmiyor, akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder. Bir şeyin müteaddid esbabı olduğundan, olabilir o câni sıfat da kalbin fesadından değil, belki haric bir sebebin neticesidir. O halde sıfat câniye değil, kâfire de olsa, o zât câni olamaz.
Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahıs, muhteris bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak” veyahut “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billâh) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.
Medeniyet-i hazıra itibariyle görüyoruz ki; şu medeniyet-i meş’ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın endişelerinin sırrını gösteriyor.
İşte bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zalimanesine serfüru etmeyen birisi tahassun etse, o binayı harab etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetva veriyor.
Acaba bir adam, kardeşinin günahıyla hak nazarında mes’ul olmadığı halde, nasıl oluyor ki, bir karyenin veya bir cemaatin binlerle masumları, hiçbir zaman fena tabiatlı ihtilalciden hâlî kalmayan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş adamın isyanıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o masumlar mes’ul, belki ifna ediliyor.” (Sünuhat)
Etyen Mahçupyan’a göre: “Büyük devletlere kendi politikalarını müdanasızca uygulama imkânını veren, uluslararası ilişkilerin, özellikle ulus devlet dönemi sonrasında tamamen otoriter zihniyet içinde şekillenmesi. Buna göre gerçekler çatışmaların içinde belirlenirler ve doğanın yasalarını (ya da oyunun kurallarını) daha iyi bilip uygulayan başarılı olur. Diğer deyişle başarıyı hak eder… Bu kabulün doğal sonucu güçlü olanın aynı zamanda haklı olmasıdır. Çünkü gücün belirli bir elde toplanmış olması bile, o elin sahibinin daha başarılı olduğunun kanıtıdır. Böyle bakıldığında güç eşitsizliği hakkaniyetsiz bir durumu değil, tam aksine hak edenin hakkını alabildiği bir düzeni ima eder” derken; Ömer Zülfü Livaneli Huzursuzluk’a şöyle başlıyor: “Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür, ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanında sarhoş olur.”
Eksik olan nedir? O hâlde, bugünkü Ortadoğu’dan Asr-ı Saadet’e, Ceziret’ül Arab’a gidelim. Adaletin, merhametin, huzurun zirvesine… İşte eşsiz bir örnek; En güçlü olduğu anda: “Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen” diyerek seslenmektir. Şöyle:
“Hicretin on birinci senesi idi. Efendimiz, Cebrail Aleyhisselam’ın en son tebliğ ettiği; ‘Allahü teâlânın yardımı ve zafer günü gelip, insanların, Allahü teâlânın dinine (İslâmiyet’e) akın akın girdiklerini görünce, ‘Rabbini hamd ve tesbih et! O’ndan af dile! Çünkü O, tövbeleri daima kabul eder’ mealindeki Nasr Suresi’ni dinledikten sonra; ‘Ya Cebrail! İçimden, ölümümün yaklaştığını duyuyorum’ buyurdu. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselam, şu ayet-i kerîmeleri okudu; ‘Ahiret, senin için dünyadan daha hayırlıdır. Rabbin sana razı oldum deyinceye kadar her istediğini verecek.’ (Duha suresi: 4,5)”
“Sevgili Peygamberimiz, o gün, Medine’de bulunan bütün ashab-ı kiramının mescidde toplanmaları için haber gönderdi. Daha sonra; ‘Ey insanlar! Sizin peygamberiniz olarak beni nasıl buldunuz’ buyurunca, ashab-ı kiram; ‘Sen, bizim için çok şefkatli bir baba, nasihatte bulunan şefkatli bir kardeş gibiydin. Allahu Teâlâ’nın sana lütfettiği peygamberlik vazifesini yerine getirdin. Vahyedilenleri bize ulaştırdın. Rabbinin yoluna, İslâm’a hikmet ile, güzel nasihat ile davet ettin, çağırdın. Allahu Teâlâ sana, en güzel ve en yüksek karşılıkları versin’ dediler. Efendimiz; ‘Ey mü’minler! Allah aşkına, kimin bende hakkı varsa, kalksın gelsin, kıyametten önce burada alsın’ buyurdular. Fakat kalkıp gelen olmadı. Resulullah Efendimiz, ikinci ve üçüncü defalar da Allahu Teâlâ’nın adını anarak; ‘Hakkı olan gelsin alsın’ buyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiramdan Ukaşe kalktı: ‘Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Tebük gazasında, seninle beraberdim. Tebük’ten ayrıldığımız sırada benim devemle, sizinki yan yana gelmişlerdi. Ben devemden indim. Sana yaklaştım. Maksadım, seni mübarek vücudundan öpmekti, o zaman kamçı ile sırtıma vurmuştun. Niçin vurduğunu bilmiyorum’ dedi. Peygamber Efendimiz; ‘Ya Ukaşe! Allahu Teâlâ seni, Resulünün kasten vurmasından muhafaza eylesin. Ya Bilal! Kızım Fatıma’nın evine git. O kamçıyı bana getir’ diye emretti. Sonra; ‘Ey Ukaşe! Gel vur!’ buyurdular. Ukaşe; ‘Ya Resulullah! Sen bana vurduğun zaman benim vücudum açıktı’ deyince, Peygamberimiz mübarek sırtını açtı. Hazret-i Ukaşe, Resulullah Efendimiz’in mübarek sırtındaki Peygamberlik mührünü görünce, birden bire; ‘Anam-babam sana feda olsun ya Resulullah!’ diyerek, mübarek mühr-i nübüvvetini öpüverdi. ‘Maksadım bu idi’, dedi.”
İlk yorumu siz yazın