Özgürlük – 1

“Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark
Ve durdu muydu bu kör, avara kasnak
Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak”
(Can Yücel)

Einstein henüz 1933 yılında, savaştan çok önce, olabilecekleri henüz tam olarak hissetmeyen İngilizlere, özgürlüklerin önemi hakkındaki meşhur “Royal Albert Hall” konuşmasını yapıyor. Şöyle diyordu: “Bizler sadece barışın temini ve sürdürülmesi sorununun teknik boyutu ile ilgilenmiyor, aynı zamanda eğitim ve aydınlanmaya dair önemli bir görevi de üstleniyoruz. Özgürlük olmadıkça ne Shakespeare, ne Goethe, ne Newton, ne Pasteur ve ne Lister var olabilir.”

Celâl Nuri İleri, “Garb usulleriyle dimağî faaliyeti müstelzimdir. Orada zihin işler; şe’nî bir mantık dairesinde çalışır. Hâlbuki Şarkvârî mantık hür değildir. O, daima nakilden bir destek arar. Serbest düşünmeye başlayınca denizden çıkmış balık gibi çırpınır” (Türk İnkılâbı) diyor.

Doğu’da akıl esir, ruh özgür, Batı’da ise akıl özgür, ruh esirdir. Bu hâlde, ikisinin de özgürlüğü yarımdır ve ikisi de yarı esirdir.

Celal Nuri’ye göre, “Şark, Asya ve evveliyetle Afrika, adeta uykudadır; sanki bu uyku içinde de onlara ağırlık çökmüştür. Avrupa ise şe’nidir, uyanıktır, her şeye pâyesini ve kıymetini verir. Orada her türlü hurafeperestî, her nev’î taşkınlık, âkıbet ve serîan bir şe’nîyyet yalçınına çarpar.”

Yani, Avrupalı aldanmaz, Şarklılar ise aldatılır, demektir bu.

Bir İtalyan atasözü, “Her insan hürriyeti, başkasının evinde sever” diyor.

“Bir hazine-i cevahire malik olduğumuz hâlde, Avrupa’ya ahkâmda izhar-ı fakr, ahlâkta dilencilik etmek din-i İslâm’a büyük bir hıyanettir ve hayat-ı millete kastetmektir.” O zaman Batı’nın yüksek ahlâkını anlatarak bir çözüme ulaşılamıyor, ki Bediüzzaman’ın bu tarzdaki aşırı izahlardan rahatsızlık duyduğunu anlıyoruz. Özgürlük de bu kapsamda olsa gerektir.

Bediüzzaman:
“Dünya için din feda olmaz, berahin-i akliye üzerine müesses olan din-i İslâm, başka dine kıyas olunmaz” derken sözü hürriyet ve Meşrutiyet gibi “medenî” değerlere getiriyor:

“Evet, Avrupa’dan ahz u iktibasa muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk ve tanzim-i kuvâ-i harbiye-i bahriyeden ve fünun-i sanayiden işimize yarayanlarıdır [dinimizin emriyle]. Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ muvazenesi bozulmasın. Bu iki esasa şeriatımız müessis ve külliyetiyle nâzırdır. Zaaf-ı diyanetle uhuvvet ve hürriyet ve medeniyet, bataklık ve müteaffin sulardan zehirlenmiş çiçek ve meyvelere benzer. Acaba Şeyheyn ve Ömereyn ve Harun ve Me’mun ve Endülüs’teki Emevîler, zaaf-ı dinle mi terakki ettiler? Zaman-ı salifte âlemde hükümferma olan istibdadın pederi vahşet olduğu hâlde, sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatları bürhan-ı bâhirdir ki, Şeriat-ı Garra, hürriyet-i hakkı ve adaleti ve ibadetteki müsavatıyla iman olunan müsavat-ı hukuku cemî-i revabıt ve levazımatıyla camidir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Makalat)

Seyyid Cemaleddin Afgani… Çoğu zaman şöyle derdi: “Muhammed (asm) bize tevhid kelimesini öğrettiği gibi benlik hürriyetini ve şahsiyet hürriyetini de öğretmiştir.”

Martin Lings “Hz. Muhammed’in Hayatı”nda Arabistan’da erkek çocukların çöle gönderilmesi geleneğinden bahseder. Lings, ilgili şöyle bir yorum açar:

“Çölün insan ruhu üzerinde de birtakım etkileri vardı… Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyor denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak geçmiş zamanı silebiliyordu; zamanı ve henüz belirmediği için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu her şeyi çürütüyor ve -dün, bugün, yarını- zamanın gayesi hâline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu. Arapların çok azı okuyabilirdi; fakat güzel konuşma tüm Arapların çocuklarında görmek istediği üstün bir meziyetti. İnsanın değeri güzel konuşması ve belâgatı ile ölçülürdü ve belâgatın başı da şiirdi. Ailede bir şairin bulunması övünülecek bir olaydı. En iyi şâirler hemen hemen tamamen çöldeki birkaç kabileden çıkıyordu. Çünkü çölde konuşulan dil şiire çok benziyordu. Bu nedenle çölle bağlantı her nesil de yenilenmeliydi; ciğerler için temiz hava, dil için saf Arapça, ruh için özgürlük. Kureyş’in erkek çocukları, çölden bu faziletleri kapabilmeleri için daha kısa sürede yeterli olmasına rağmen, sekiz yaşlarına kadar çölde kalırlardı.”

Bediüzzaman da Birinci Söz’de çöl hayatını bir temsilî hikâyede kıyas unsuru olarak kullanıyor. Dünya ve varlık âlemi birer çöldür. Şöyle ki:

“Bedevi Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Tâ şakilerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi. Diğeri mağrur… Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı… Alanı, her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu’t-tarîke rast gelse, der: ‘Ben, filan reisin ismiyle gezerim.’ Şaki defolur, ilişemez. Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu.” (Sözler)

Özgürlük ile birlikte dil gelişir. Yani ifade gücü ancak böylece yükselebilir. Düşünce özgürlüğü zaten her insanda vardır. Zihnin çarkları hiç izinsiz dönüyordur. İfade özgürlüğü ise dilin dolanmadan söylemesi (Hz. Musa (as) da bunu istemişti Firavun’un karşısına çıkmadan) ile mümkündür. Bu ise insanın iradesi ile ruhunun açığa çıkarması (dil bir makinedir) ile gerçekleşir. (Rabb Musa’nın (as) duasını kabul etti, ‘yumuşak söz ile söylemek’ şartıyla) Bediüzzaman “Hüve Nüktesi”nde havanın hikmetlerini anlatırken nefes verdiğimizde ortaya çıkan asıl neticeye dikkat çekiyor: hitap çiçekleri…

“Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latifeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a’zâ ve âletleri bu vücudumda kemâl-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu -her mü’minin vücudu gibi- kâinata bir güzel takvim ve ruzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nev’ine talib bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatab yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.” (Şualar)

Özellikle Hariri’nin makâmeleri (kısa hikâye) hayatı, bir çölde, sermayesi özgürlük ve belagâtten ibaret bir seyahat olarak anlatır. Göçebe’nin teklif ettiği şey, “Allah vergisi” geleneksel yaşama şekliydi: Habil’in yaşam şekli. Kâbil’in oğulları ise -ilk şehirleri kuran Kâbil’di- zenginliğe ve güce sahiptiler. Ömrü boyunca köyünden, kentinden çıkmamış ya da mahallesini terk etmemiş bir insan nasıl özgürlüğü tadabilir? Dili gelişebilir? Sefer insanın özünde olan bir şeydir. Âdem babamızdan Havva anamızdan mirastır. Onun için dünya da çöldür. Gurbettir. Yolcular için bir uğrak yeridir.

Özgürlük belli noktada sabitlenecek bir şey değil, hareketlidir. Ya Tahammül ya Sefer, diye tanımlıyor bu durumu Mustafa Kutlu:“İnandığımız, uğruna pek çok şeyi göze aldığımız dava’lar.
Birlikte yürünecek bir yol.
Bizimle aynı duyguları, fikirleri paylaşan arkadaşlar. Ancak onlarla var olabileceğimizi, hayatımızın bir mânâ kazanabileceğini düşünürüz.”

Sartre’e göre, insanın özgürlüğü kendisine yapılanlar karşısında takındığı tavırda gizlidir.

Belki de “Lâilahe illallah”ın bir güzel tefsirini Bediüzzaman şöyle yapar: “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu.” (Tarihçe-i Hayat) Hürriyet, kısıtlamaları red, direniş; kulluk ise boyun eğmek… Büyük hürriyet mücadeleleri, direnişler insanları hürriyetine kavuştururken, ortaya çıkan boşluğu bir bozulmadan korumak hemen kulluğun inşası ile mümkündür. Tarihte görülmüştür ki, aksi durumda, büyük zulümler ve baskılar aynı ruhlardan bu kez ortaya çıkabiliyor. Büyük istibdatlar hürriyet mücadelesi ardından geliyor. Bunun için Kur’ân’da zaferden sonra sığınma, af ve mağfiret dileme emrediliyor. Zaferden sonra “büyük cihad” başlıyor, ki esası; hürriyeti kullukla tamamlamaktır.

“Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden
gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp
utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka
muska takmadan
konuşmak istiyorum.
Şehre neden
esmer ve dölek yüzümle
döndüm dağlardan
kar vakti tarlaları
kımıldatan soluğum
niyedir sarmalasın vites dişlilerini
defneler, nakışlar yok
alnımda neden”
dediği gibi şehre gelen İsmet Özel’in…

Ya da Bediüzzaman gibi:
“Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm” deyip dönebilmektir dağlara… Ya da kalabilmek, Mevlâna’nın dediği gibi sığınarak sonra tekrar: “Çıkar dağlara giderdik, olmasa Settarlığın…”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*