İltifât

Kelimelerin canlı varlıklar olduğunu kabul ettiğimizde, hayatımız daha bir canlanacak. Hani birbirimize iltifât ederiz de: “İltifat ediyorsun” derler ya! “Yoo, hayır doğruyu söylüyorum” gibi bir şeyler diyerek bir savunmaya geçeriz. Hiç, hiç; kesinlikle, böyle bir savunmaya geçmeyelim. “İltifat ediyorsun” dediklerinde: “Evet, iltifât ediyorum” demenizde hiçbir mahzur yok.

Niye yok?

Bugün birisine dedim ki: “Şu hareketiniz hoş, çok güzel!” “Aaa, iltifât ediyorsunuz!” dedi. “İltifat ediyorum; iltifat, latif kökünden geliyor” deyince; babasının isminin de Lâtif olduğunu söyledi. Derken sohbet koyulaştı. İltifat, letafet, lâtife, lütuf, lütfen, mülâtefe, mülâtefet; bunlar bir yönelişin, sizinle göz göze gelişin işaretleri, başlangıcı, devamı gibi şeylerle devam ettik.

Ne var bu iltifâtta?

“Ben seni tanıyorum” var. “Ben senin farkındayım” var. İltifat; bir şeye yüzde yüz yöneliş, demekmiş. Tabiî bizim sınırlarımız belli, ama bizi çok seven Bir’isi, bize öyle bir iltifât ediyor ki… Bize “yüzde sonsuz” yöneliyor.

Güneşin bize gönderilişi bir iltifât, lütuf, ikrâm… İltifât; incelik demek, yumuşaklık demek, sakinlik demek, sükûnet demek. Şaka anlamı da var. Yani bir tatlılık, bir hoşluk, bir takılış, bir rahatlatış…

Allah için söyler misiniz: Suların o serinliği, yüzümüzle şakalaşması nasıl bir iltifât? Hani şaka gibi deriz; böyle güzel şeyler için, hiç olmayacakken olan hoş şeyler için ve hiç hakkımız yokken, hiç gücümüz yokken bize öyle iltifâtlar yapılıyor ki… Hani bazen deriz: “Şaka yapma!” Sanki şaka olunca illâ olmadık şeyler gibi… Şakanın ciddisi; ciddinin şakası da olur. Yeter ki yalan olmasın. Ciddiyet doğruluk demek; bir işi tam olması gerektiği gibi yapmak; resmiyetten tamamen ayrı bir şey… O zaman birbirimize iltifât edebiliriz.

Az önce bir yakınıma: “Gittikçe ciddileşiyorsunuz” dedim; sonra giderken ilave ettim: “Bunu iltifât kabul et.” Bilmem anladı, bilmem anlamadı, ama hemen yanımdakine de lügât bilgisi vermeyi de ihmal etmedim: “İltifâtın böyle bir anlamı varmış. Yani ben sana yöneliyorum. Lütuftan, letâfetten geliyor” deyince onun da hoşuna gitti.

Evet… Yıldızlarla göz göze gelmek; bize Bir’isinin iltifât ettiğini gösterir. Bak, tam sana göre bu, bu yıldızlar, bu ay, bu güneş, bu mevsimler… Hep bir iltifâtın eseri… Lütuf, ikrâm… Hak etmediğimiz hâlde… Bize verilen şeyler, bize yönelişler… Hepsi zevkimize uygun… Bir yudum suyun o soğukluğunu dilimizde, damağımızda zerre zerre vücudumuzda hissedişimiz; iltifât değilse nedir! Elimizi duaya açmamız ve bizi duyan Bir’isinin olduğunu bilmemiz; iltifât değilse ne! Oturmamız, kalkmamız, yürümemiz… Hep bir iltifâtın ikrâmı… İkrâmın iltifâtı…

Aranızda çöl göreniniz var mı? Şöyle bir hayâl edin. Görmeyenlere göstermeye çalışayım. Böyle bir kaç kuru ot arada bir ve uzayıp giden ova, bir sarılık, bir sessizlik…

Dünya aslında böyle bir yer… Korna seslerinden, çocukların cıvıltılarından, şehrin keşmekeşinden farkına varmıyoruz “çölde” olduğumuzun. Ve bize iltifât eden Bir’i ile karşı karşıya bulunduğumuzu bu karışıklıkta çok mu unutuveriyoruz! İşte bu kötü bir unutkanlık…

Unutkanlıkların iyisi var; iyi olmayanı var. İşte, İltifâtçı’yı unuttuğumuzda işler karışıyor.

Çölde bir yudum su, bir demli çay… Hikâye bu ya, çöl bu ya! Bu çölde sular, çaylar, neler… Mevsimine göre meyveler sunuluyor. Şöyle bir mevsimleri avucunuzun içine alın bakalım. Meselâ kış ve narenciye… Ve tam zamanında… Sana ha! Bahara geçiyorsunuz. Çağlayı seversiniz değil mi? Çıtır çıtır, çocukluk aşkımız; çağla… Badem çağlası var, kayısı çağlası var. Her biri ayrı bir iltifât… Çiçeğinden yaprağına, meyvesine, gölgesine… Rüzgâr değdiğinde çıkan o yapracıkların sesine, daha nesine kadar iltifât… O kadar yöneliş, o kadar incelik, o kadar güzellik, o kadar sesleniş var ki… Duymak mecburiyeti var. Mecburuz bu ikrâmı bu iltifâtı görmeye… Daha da mühimi hüküm yemişiz, mahkûmuz!

Sıkıntı ne zaman başlıyor; biliyor musunuz? “Bu iltifâtı” unuttuğumuzda… Bizi bir ân bile terk etmeyenimiz var. Ve dünya o zaman sıkıntıya giriyor. Çocukluğumdan beri haberleri izliyorum da, yüzde çoğu can sıkıcı… Acaba, can sıkıcı haberler verilsin, diye mi kuruldu bu radyo/televizyon ve ötekiler!

Bu iltifât şeyler neden haber yapılmaz!

“Bahar yine geldi. Yine Bir’isi bize iltifât ediyor” diye neden bir bahar manşete taşınmaz! Sonbaharın o vedalı iltifâtı, iltifâtlı vedası neden gözlerden kaçırılır! Farkında olmayalım mı sürüklenen yaprakların? Hatırını sormayalım mı!

Kendi kendine gidip gelmiyor bu gözümüz önündekiler; onunla Bir’isi ilgileniyor. Bir sergi açıyor bize; O, bizi bizden çok düşünen…

Bu mevsimlere, şu kelebeğe bakmayacak mısın?

Meyveler, yapraklar dökülürken, bahçeler solarken… işte o solgunluğun, renklerin, o hâlden hâle girişlerin farkında olmayalım mı! Bunların hepsi iltifât…

Yaz gölgelerinin neden böyle serin olduğu düşünülmeyecek mi! Yoksa adım başı fatura kesilmediği için mi biz farkında değiliz; bize adım başı ikrâm edilen bu iltifâtların!

Örnekleri siz çoğaltın. Yaşadığımız onca güzelliklerin iltifât olduğunu unutmadan yaşamanın adı “yaşamak…” olsa gerek… “Hayat…” olsa gerek.

Çoğaltalım mı: Meselâ bir sabah kalktınız; bu kaçıncı kalkışınız! Bu her sabah bir iltifât değil mi! Ve adım adım gün yürür. Öğle, ikindi, akşam, yatsı iltifâtları… Her saniye, her bakışımız, her adımımız, başımızı her kaldırışımız ve nefeslerimizin her dem bizi yeni bir dünyaya bırakışı…

Birkaç saniye; otuz mu, kırk mı! İşte, çok az bir zamancık insan nefessiz kalabiliyor.

Sonra birden patlarmışçasına bütün dünyanın nefesini içinize çekiyorsunuz. Oh bee; dünya varmış, dediğiniz bu rahatlığı en nazik biçimde bize takdim edenin iltifâtını, Mültefit’i, bizi hep okşayıp seven Bir’isini görmeden yaşamak; bu iltifâta bigâne/kayıtsız kalmak; nereye kaydolmaktır? İnsanlık dışına kaydolmak olsa gerek…

Biz kaydımızı insanlığa yaptıralım ve bu iltifâtların farkında olalım. Sayamayacağımız iltifâtların içindeyiz bu dünya çölünde…

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: Allah’a ısmarladık…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*