Schopenhauer, “Zihinsel bir uğraşı içermeyen boş zaman ölüdür ve diri diri gömülmektir” diyor. Bediüzzaman’ın “Medenîlere galebe çalmak iknâ iledir”1 dediği dil ve üslup, esas itibariyle mantık üzerine kuruludur. Anlam dizimi olan “nazm-ı maanî” süreci, “mantıkla müşeyyeddir” tespiti ile bütün olarak dilin mantık üzerine inşa edileceği belirlenmiş oluyor. O hâlde başta mantık bilinir ve anlam dizimi onun üzerine yapılır. Bu sadece “anlamları” anlatma biçimleri değil, tersinden anlama biçimleri için de kurulabilir bir sistemdir.
Russel, Introduction to Mathematical Philosophy kitabında matematiksel objelerle ilgili varlık felsefesini şöyle özetliyor: “Sınıfları göstermekte kullanılan semboller sadece kolaylık içindir, ‘sınıf’ diye adlandırılan objeleri göstermek için değil. Sınıflar esasında mantıksal bir kurgudur. Evreni oluşturan olmazsa olmaz parçalar olarak görülmez.” Mantıksal pozitivistler için anlamsız önermeler doğru veya yanlış olarak adlandırılamaz. Yani doğruluğu veya yanlışlığı ‘muğlak’ olan önermeler mantıksal pozitivizmde kabul görmez.
Carnap’a göre ise metafiziksel kavramlar, bilimsel bir dile oturtulmadan bu kavramları kullanan önermeleri anlamsız kılar. Carnap, örneğin, asal sayıların varlığından sayıların varlığını çıkarmakla ilgili şöyle der: “Eğer biri yeni objelerle ilgili yargılar yapmak istiyorsa, bu yeni objeler için yeni bir sistem tanımlamalıdır. Bu sistem, yargıdaki yeni türdeki objeler için geliştirilen bir ‘dilsel çerçeve’ olarak ele alınır. Varlık soruları iki türdür: Birincisi, objelerle ilgili varlık sorularının çerçevenin içinden sorulduğu ‘içsel sorular’; ikincisi de sistem bütün olarak ele alındığında sorulan ‘dışsal sorular’dır. İçsel soruları cevaplamak deneysel veya mantıksal yollarla mümkündür… Dışsal sorular problemlidir ve bunların incelenmesi gereklidir.”
Maddenin ezeliyetinin reddini içeren ve her sınıfın bir âdemi olduğu kabulünün (varlık, sınıflar, sayılar, âdemler) üreteceği zihin tetiklemesi ile eğer asallar sonsuzsa, sayılar da sonsuz, varlık da sonsuz, yaratım da sonsuz; insan da dahil sınıf içinde yeni bireyler ya da türlerin yeni fonksiyonları da sonsuz bir sahada (her tür özelinde sınırlı-sonsuz, bütün için sınırsız-sonsuz) yaratılmaya devam eder. Bediüzzaman’ın şu açılımı önemli bir dilsel çerçeveyi içine alır:
“Her bir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet hikmet, fenn-i tabakatü’l-arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva’ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin her birinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavânîn ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlâhiyenin tasni’ ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir ferd ve her bir nevi’, müstakillen Sâni’-i Hakîm’in yed-i kudretinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet Sâni’-i Zülcelal her şeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.”2
Yani; evren sonsuz olası birleşmelerin rastgelelik üzerinde oynadıkları belirsiz bir oyun değil; bilakis, ilim, kudret, irade, kasıt, muhabbet, san’at gibi sıfatların açıkça göründüğü bir Sâni (cc) tarafından icadını, kurgusunu ve sürekliliğini gösteriyor. Mantık ve Matematik bunun için bir sonsuz anlamlar uzayında yol alabiliyor. Söz konusu olan, bunu dünya yüzeyinde insan zihninde yansıtabilmenin bir ölçüde mümkün olmasıdır.
Dilsel çerçeveden anlaşılması gereken ise: “Sayılar vardır” önermesindeki varlık koşulunun, neye bağlı olduğunu deneysel veya mantıksal yola dayanarak tanımlamak. Varlık koşulunun testi eğer deneysel veya mantıksal koşullara bağlı sorulursa; o hâlde varlıksal sorular içsel sorulardır. Ancak genel anlamda objelerin “varlığı” hakkında soru sormak çerçevenin dışında kalacaktır. Gözlem ve kuram arasında bir ayrım olabileceği tartışma konusu olmuştur. Mantıksal pozitivizme göre, doğruluğu veya yanlışlığı test edilemeyen her önerme anlamsızdır. Fakat bu önermenin de doğruluğu veya yanlışlığı bilimsel yöntemle test edilemez. (Matematik Dünyası)
Dilsel çerçeveye bir örnek de İbn-i Arâbî’nin “Allah tek ise isimleri neden çoktur?” sorusudur. “Bu vahdete aykırı değil mi?” der ve “Değil der”… Yunan tanrıları her ismin bir zâta takılması zorunluluğu ile sorunun ortaya çıkmasına neden olmuşlardı. Çünkü, oradaki çerçeve sonuçta “acz ve zaaf”ın mutlaklığında takılıydı. Mitolojiler, örneğin, buradaki “tanrıların” zaaflarından doğar. (Aynı şekilde roman san’atı da.) Bilimsel sapmaların çoğu da buradan doğar. Ferd, Hayy, Kayyum olan Allah’tır.
Kutbüddin er-Râzî, mantığı “Bilinenden bilinmeyenin elde edilmesine vasıta olan ilim” olarak tanımlarken, el-Kazvînî “Kurallarına uyulduğunda zihni hataya düşmekten koruyan bir fen” diyor. İmam Gazalî, mantığı ilmin başlangıcı olarak görüp “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz” diye savunmuştur. Esiruddin El-Ebheri İsogaci tercümesine başlarken de buna vurgu yaparak “…herhangi bir ilimde başlayana bilmesi lâzım olanı zikrettik” demiştir. Ömer b. Abdülaziz ise çok önemli bir hakikati nazarlarımıza veriyor: “Kızıl develerin yerine, Resûlullah’ın Ashabının ihtilafını çok daha fazla sevmişimdir. Eğer ortada bir tek görüş olsaydı, insanlar darlık içerisinde kalırlardı. Ama onların farklı görüşleri ümmete bir rahmet oldu.”
“Son iki yüz yılı referans olarak alırsak, çeviri veya bir ekolü anlatan örnekleri hâriç bizde ‘mantık’ nazariyatı hususunda verilmiş kaç eser vardır?” sorusu soruluyor. Ya da: “Bir şey için ‘mantıklı’ deyişimizin zemininde hangi mantık nazariyatı yer almaktadır?” deniyor. Cevap olarak da şu itiraf geliyor: “Bu hususta manzara hiç iç açıcı değil, farklı pozisyonlardan bir kaç değerli isim ve az sayıdaki çalışmaları dışında eser bulunmamaktadır.”
Bu noktada, Gelenbevî’ye ayrı bir yer açmak gerekir. Gelenbevî İsmail Efendi (1730) Mantık ile ilgili Burhan’ı kaleme aldı. Ayrıca müspet ilimler sahasında her biri birer kaynak kabul edilen değerli kitaplar yazmıştır. Özellikle mantıkla ilgili ünlü eseriyle, logaritma konusundaki çalışmaları büyük bir önem arz ediyordu. Nitekim Cevdet Paşa’nın meşhur tarihinde şöyle dediğine şahit oluyoruz:
“Eğer İsmail Efendi’nin eserleri olmasaydı, o asrın ilim hayatı hakkında hiçbir şey bilemeyecektik. O, kaleme aldığı eserler sayesinde nâmını yaşatmasını bildi.” (Ayaklı Kütüphaneler, Dursun Gürlek)
Bediüzzaman’ın Gelenbevî’nin Burhan adlı mantık eseri üzerine telif etmiş olduğu Ta’likat bu sahada değerli bir çalışmadır. Bediüzzaman’ın bir diğer önemli eseri Kızıl İcâz, Süllemü’l-Münevrak kitabı üzerine yazılmış mantıkla ilgili Arapça bir “haşiye”dir. Süllem, Ebherî’nin İsagoji adlı mantık kitabının manzum şekli olup yüz beyitten oluşmaktadır. Kızıl İcaz, “temsil” ve “bürhan-ı innî” (eserden müessire/neticeden sebebe) yöntemiyle “istidlal” (delil getirme) tekniğinde; Kelâm ilmi içinde Bediüzzaman’a has “kıyas” ve “ispatiyecilik”e dayanan mantığın işletilmesini esas alır.
Üstad kitabın yazılış gayesini şöyle özetliyor: “Sathî zihinleri dikkate alıştırmak için her nasılsa eskiden böyle bir eser yazmıştım.” Kızıl İcâz’ın bir yerinde, “Zihinleri, mülahazada dikkatli ve nazarda im’anı alışkanlık hâline getirmeleri için, alâ külli hâl bu eseri yazdım” diyerek, “Ey okuyucu! Zihinleri dikkate teşvik için, bu risaleyi veciz yazarak sizleri aciz bıraktım” diye ekliyor. Bediüzzaman “ilim nev’indendir” dediği kader bahsinde “olacağı için bilmek; yoksa bildiği için olmak değil” prensibini ortaya koyuyor. Çünkü ilim malûma tabidir, malûm ilme tabi değildir. Bu bağlamda beynin özel deneyime nasıl yol açabileceği sorusu modern dönemin de en zor sorusu olarak görülüyor. “Matematiğin mantıksız etkinliği” denilen bir girişim, ilginç sonuçlar çıkardığını iddia ediyor. Fizikçi Eugene Wigner, 1960’larda sadece sayıları manipüle ederek gezegenlerin hareketlerinden ve temel parçacıkların garip davranışlarından tüm tabiat olaylarını (örneğin milyarlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan iki karadelik arasındaki çarpışma) şaşırtıcı bir netlikle tanımlanabilecek ve tahmin edilebilecek ifadeyi bulabilecekti.
Matematikçilerin içe derinlemesine bakmaya yönelik araçlarını geliştirmek ve genişletmek için çalışırken ortaya çıkardıklarını düşündükleri bir şey; bilincin kesin bir tanımının elde edilmesi durumunda sezgileri ortadan kaldırmak ve her türden cansız maddenin bilinçli olabileceği ve belki de bir bütün olarak evreni kabul edebileceği düşünülebiliyor. Almanya’daki Münih Matematik Felsefesi Merkezi’nden Johannes Kleiner’in iddia ettiği gibi “Bu bilimsel bir devrimin başlangıcı olabilir” mi? Filozofların yüzyıllardır büyük ölçüde faydasız olarak düşündükleri bilincin tabiatının yarım yüzyıldır biyologların işin içine girmesiyle farklı mecralarda akmasını netice verdiği görülüyor.
Burada yeni bir kavram “araçsallaştırma”, Pierre Duhem’in astronomların gök cisimlerinin hareketlerine dair görünen düzensizlikleri kurtarma görevini araçsalcılık (instrumentalist) olarak yorumlamasından ortaya çıkmıştır. Araçsalcılara göre, gökyüzüne dair matematiksel modeller kurgudadırlar ve sadece gök cisimlerin dairesel hareketlerindeki görünür sapmaları kurtarmak için tasarlanmışlardır. Duhem, bu kavramı sadece fizik için kullanmıştı. Ancak daha sonra Matematik ve Mantık dahil bütün alanlarda kullanılmaya başlandı.
Bediüzzaman’ın şu tespiti önemli de bir ölçüyü veriyor: “Kaziye-i mutlaka bazen külliye ve kaziye-i vaktiye-i münteşire bazen daime suretinde görünür. Halbuki bir ferd, bir zamanda hükme mazhar olsa, kaziyenin mantıkan sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemmiyet olsa, örfen dahi doğrudur. Nasıl ki, her mahiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir ferd veya her ferd için acib şeraite câmi’ hârika bir zaman bulunur ki; sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten, zerreler kadar küçücük balıklar balina balığına nisbeti gibidir.”3
Bediüzzaman için mantıksal sakatlanmalara (safsata) karşı uyanık olmayı ya da tedbir almayı gerektirecek bir durum şudur: “… zihnin cüz’iyeti sebebiyle o mecmuun her bir cüz’ünde neticenin tamamını taharri etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikatı evham içinde setretmektir.”4
Mantıksal safsataların kullanımına türlü tartışmalarda sıkça başvurulur. Bir iddiada, herhangi bir mantıksal safsatanın varlığı o iddiayı tamamen ortadan kaldırır ve reddine zorlar. Bu durumda bir iddia ya da inancın mantık sistemi içinde tanımlayamadığı ya da desteklenemediği durumlarda, argümanlara destek için başka yöntemlere başvurulabilir. Argüman, iddia ya da davanın belirli bir yapıyı takip etmesi kaçınılmazdır. Bir ya da birkaç öncülle (önyargı, ön kabul, teorem) başlar ve bu öncüller üzerine bir başlangıç inşa edilir. Ardından gelenleri sonuca bağlamak için de Mantığın (en az bir) ilkeleri kullanılır. Örneğin; Eğer A, B’ye eşit ise ve B de, C’ye eşit ise, mantıksal bağlantı: O hâlde (eşitlik ilkesi uygulanarak) sonuç: A, C’ye eşittir.
Bir argümanın geçerli sayılabilmesi için, argümanın mantıksal formunun da çalışması ve geçerli olması gerekir. Geçerli bir argümanın, eğer öncülleri doğruysa; sonucu da doğru olmalıdır. Ancak, eğer bir ya da birden fazla öncül yanlış ise, geçerli bir mantıksal argüman yine de doğru bir sonuca götürebilir. Güçlü bir argüman, mantığın geçerli olduğu ve öncüllerin doğru olduğu ve bu durumda sonucun da doğru olduğu bir argümandır. Başka bir örnek: Ali, Ahmet’ten uzundur. Ahmet, Ayşe’den uzundur. Mantıksal bağlantı: O hâlde, sonuç: Ali, Ayşe’den uzundur.
Öncüllerin doğru olduğu ve aynı mantık yapısı uygulandığı müddetçe, sonuç da doğru olmalıdır. Ancak, eğer doğru öncüller olmasına rağmen yanlış bir sonuca ulaşılıyorsa, argüman yapısının bozuk olduğu anlaşılır. Yani, tümdengelimci bir argümanda, mantık yapısı, istisnasız her zaman çalışmalıdır, öncüller kendi içinde doğru ancak sonuç yanlışsa, o hâlde mantık yapısı çürüktür.
Öte yandan, bir argümanın, doğru olan bir sonuca ulaşmak için yanlış bilgi veya hatalı mantık kullanabileceğini de unutmamak gerekir. Dolayısıyla bir argümanı parçalarına ayırmak da bir yöntemdir, çünkü hem ispat konusu argümanları hem de başkalarını incelemeyi ve bunları geçerlilik noktasında eleştirel olarak analiz etmeyi sağlayabilir. Bu yöntem, birinin düşüncesini keskinleştirmek, ön yargılardan kaçınmak ve etkili tartışmalar yapmak için bir yöntem olabilir. Ancak burada Bediüzzaman’ın “parçadan bütünü beklememek” ilkesini bırakmamak önemlidir. Buradaki boşlukları doldurmak için yeni safsatalar yerleştirmek durumu ortaya çıkabilir.
Şu hâlde, her asal sayı bir sistematiği başlatır. O hâlde bütün sayılar (çokluk) asal sayılar sisteminden üretilir; yani her asal sayı ve asal sayıların etkileşiminden yeni sayılar üretilir. Burada; (örneğin, evrimcilerin iddialarının mantıksal karşılığında) iki hata vardır; bir, asalların etkileşiminin yeni asallar üretebileceği ve iki, asalın öncülleri olan asallar bulunacağıdır. Bu ikisi de sadece safsataya birer örnektir.
Bediüzzaman’ın “Her türün bir âdemi vardır” tespiti asalların her bir ayrı sayı sistemlerini başlatması üzerine kurulu Matematik çerçeveyi takip eder. Bu hâlde, evrim örneği üzerinden, insanın anne karnındaki tekâmülü ya da evrimi; ya da insanın ömrü ifade eden çocukluk, ergenlik ve yaşlılık gibi aşamaları, hatta insanlığın vahşet, köylülük, esirlik, işçilik ve serbestiyet gibi dönemleri birer asal kuruculu sistemi ifade edebilir. Ancak bunların yeni bir asal, üst insan, tanrı-insan gibi farklı bir türe dönüşmesini öngörmek ya da insan türünün başka bir türün üst türü olması sadece bilimsel ve felsefî safsataya örnek üretebilir.
Safsata kelimesi, zaten köken olarak Antik Yunanca’daki “laf ebesi” anlamına gelen sofist kelimesinden gelmektedir. Yanlış argümanlar, genellikle; mantıksal argümanı örtbas eden ve safsataları saptanması zor bir hâle sokan retorik kalıplar (ki Bediüzzaman bunlara “vehim” der) kullanılarak yapılandırılır.
Birkaç safsata türleri:
Şahsa yönelme: Ortaya atılan bir argümanı ele almaktan ziyade; argüman sahibinin kişisel özelliklerine saldırarak kişinin iddialarına veya sonuçlarına karşı çıkmaya çalışma durumudur.
Otoriteye başvurma: İddianın gerçekliğini, o iddianın kendi gerçekliklerine değil de, iddiayı destekleyen insanların yetkinliklerine vurgu yaparak savunmaya çalışır.
Duygulara yönelim safsatası: Kişinin kendi argümanını kabul ettirmek için mantıklı bir sebep vermek yerine, duygusal bir tepki uyandırmaya çalışır.
Çoğunluğa başvurma: Herhangi bir iddia ne kadar fazla sayıda insan tarafından kabul görüyorsa; iddianın o kadar doğru olması gerektiği şeklinde bir mantıksal yanılgıyı bünyesinde barındırır.
Amaca özel, niyete mahsus: Hâl-i hazırda karşı tarafın görüşüne iknâ olmadığınız müddetçe, kabul etmenizin mümkün olmadığı argümanlardır ve genellikle de asla “yanlışlanamayan” özelliğine sahiptirler. (Evrim Ağacı)
“Zapt ve idaresi zor olan bir sürü basit ve bayağı duyguya karşı ruhumuzda ancak bir kuvvet mevcuttur. O da ‘mantık’ kuvvetidir. Fakat bu da oldukça güçsüzdür. Koruyucu kollayıcı olmaktan ziyade sadece istişarî rolü vardır” der Jules Payot. (İrade Terbiyesi)
Diğer taraftan Antonin Artaud “Açık Bir Dilde Manifesto”suna şöyle başlıyordu: “Bana göre mantıktan gelen her şey güvenilmezdir.” Bunu da şöyle açıklıyordu: “Ben yalnızca iliklerimle hissettiğime inanırım, mantığıma seslenen şeylere değil… İmgenin alanına ait olan hiçbir şey mantığa indirgenemez, ya imge olarak kalmalı ya da yok olmalıdır. … Yine de imgelerin bir mantığı vardır, imgelerle dolu yaşam dünyasında daha anlamlı hâle gelen imgeler vardır.”
İlk yorumu siz yazın