Düşünce

Charles Baudelaire: “Bana kalbimi ve bedenimi iğrenmeden düşünebilme gücü ve cesareti ver!” 1 diye dua ediyordu.

Düşünmek savaşmaktır Cemil Meriç’e göre, bir nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak! Bülent Ecevit Ulus gazetesindeki bir yazısında, “Birbirinden ayrı düşünmek, birbirinden ayrı düşmek değildir. Bir tek insanın bile kafasında ayrı düşünceler çarpışabilir. Gerçek birliğe düşüncelerin çarpışmasından erilir.”2 demişti. Tıpkı Bediüzzaman’ın “Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukûlden hakikat tamamıyla tezahür eder”3 – prensibini hatırlatması; bu bağlamı güçlendirse gerektir.

Düşüncenin bir zihinden diğerine uçabildiğini söyleyen araştırmalar var. Dünyanın manyetik alanı buna imkân sağlıyor, deniyor. Buna göre, aynı manyetik alanı paylaşıyorlarsa her beyinden çıkan düşünce diğerlerini de etkileyecektir. Bediüzzaman’ın kalplerin birlikteliğini şart olarak fikirlerin birlikteliğine bağladığı görülüyor. Ya da, tersinden, “İttihad-ı efkâr ittihad-ı kulûbu netice verir” şeklinde bir ilişki kurulabiliyor. Bir taraftan atomaltı dünyasında Shrodinger deneyi kapsamında, düşünsel bir ölçü olmadan gerçeklik olmadığını söylerken, başkası; bilincin bu şekilde belirlendiğini söylüyor. Evrensel bilinç zinciri nihayet bir yere ulaşıyor. Yani O “ol! der olur.” Yoksa yoktur. Peki, bu oluş bize tekrar nasıl ulaşıyor. Altıncı duyu denilen içe doğma gibi, hiss-i kable’l-vuku, insan tepkisinin bir resmi görmeden biraz öncesinden başladığı şeklinde bir araştırma konusu olmuştu. Bunun elektromanyetik bir etki olduğu, deprem hadisesi sebebiyle Bediüzzaman’ın yaklaşımındaki gibi bir tetiklemeyi belirliyor. (Çünkü zaman, doğrusal değil çembersel ilerler). Bu da madde-antimadde dengesi ile doğru yapıyı sağlıyor olabilir. Yani madde geçmişe giderken anti madde yerinde kalıyor ya da geleceğe atlıyor. Zamanın ilerisinde bir parça yaşamak hiss-i kable’l-vuku ile gerçekleşiyor. Biz bunları çoğu gelecek tahmini olarak okuyoruz. Bediüzzaman “iktiran” tabirini kullanıyor. Bu şüphesiz zamanın akışında ikili geçmiş ve gelecek ilişkileriyle ilgili küresel bir biçimi gösteriyor. Düşünce bu evrensel bilince katılımı sağlıyor. Elbette burada, sürat farklarının hedefe farklı ulaşmak şeklinde kendini göstermesi söz konusudur. Bediüzzaman bu durumu şöyle açıklıyor:

“Sâni’-i Zülcelal’in san’atında harekât, nihayet derecede muhteliftir. Meselâ: Savtın sür’atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malûm. Seyyaratın dahi fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi’ olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rü’yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki: Bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.”4

Şu durumda, sistemler, akışı kontrollü bir mekanizmaya dönüştürmelidir. Zamanlamanın önemi Jules Payot’un İrade Terbiyesi’nde dediği gibi: “Hayatta malzemeyi bulmak işin basit kısmıdır. Mühim olan organizasyon, tercih ve sıralamayı doğru yapabilmektir.” Buradaki iş özellikle düşünme kurgusunda yer alır. Aynı zamanda, düşünme; bir alan, uzay, mekân sorunudur da. Bediüzzaman bunun için de şu belirlemeyi yapar:

“İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs’attedir ki, ihatası mümkün değildir; ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet bazen zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazen de, âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder. Bazen de o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki; Vâcibü’l-Vücud’u görmeğe çalışır. Bazen de küçülür, zerreye benzer. Bazen de semavat kadar büyür. Bazen de bir katreye girer. Bazen de fıtrat ve hilkati içine alır…”5

Üstad’ın bu izahı Einstein izafiyeti ile kuantum belirsizliği arasında doğru bir yargıyı verebilmenin de imkânı üzerinde çalışıyor. O halde, düşüncenin değeri, zamanın ve mekânın belirlemesi ile zamanı ve mekânı belirlemesi şeklinde çift yönlü bir ilişkiler ağını kurabildiği görülebiliyor.

Aristo’nun “Ruh doğruluğa kabullenme ya da reddetme yoluyla sahiptir” olgusundan dolayı zihni düşüncenin bilişsel aktiviteler uyguladığı beş durumdan biri kabul eder. Xu Changfu’nun “pratik us” yorumlanmasında ifade ettiği gibi, bunun işlevi ispata katkıda bulunan hakikat ve pratik akıl için kullanılan ilkeyi doğrudan kavramaktır. Teknik, bilim, sağduyu, teorik bilgelik ile beraber değerlendirilir. Bediüzzaman’ın hakikate ulaşacak yollar pek çoktur derken, burada hakikatin çokluğu değil anlık deneyim ve pratik akıl üretkenliği ile düşüncenin çoğaltılmasını kastettiği görülüyor. İbni Sina’nın da sezgileri önemli bir yere koyduğu düşünce ameliyesini yine buradan aldığı söylenebilir. Zaten, bazı İngilizce çevirmenler “zihin” kelimesini “sezgisel akıl” olarak ele alırlar.

Düşünmenin iki tür izleği olmalı, hem kendi içinde  derine ve dikey, hem de zamanın üzerinde yatay olarak… Birincisi soyut yaklaşımı geliştirirken diğeri düşüncenin doğru konumunu ve istikrarını üretir. Yatay düşünce tek başına sığlığı ve özel yeteneğin ortaya çıkışını geciktirirken, dikey düşünce tek başına dengenin ve konumun doğru yerinde tanımlanmasını engeller, yeteneğin tam içerisindeki fonksiyonunu zayıflatır.

Bediüzzaman, “Hattâ mü’min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır.”6 diyor. Dolayısıyla mü’minin düşüncesi tarihi içine alan bir tecrübe içerisinden konuşacaktır. Bu konuşmada gerçek tarihin içinden çıkan bir görüşün müminin  düşüncesinin kaynağı olduğu görülecektir. Diğer  taraftan, tarihin an üzerine ve insanlığın bir fert üzerine düşen tecellisinin zihnin mahsus yeteneğini amikane bir hayal, tasavvur, akıl ve iz’an üreteceğini, temizlenmiş ve soyutlanmış bir durum gerçeğine de sonsuz bir alanda vücud bulabileceği imkân dairesi verilecektir. Burada zamanın ve tarihe nazarın geçmiş, an ve gelecek olarak ayrımına müsaade etmezken, bu arada anı ve ferdi de bir genele mahkum etmekten de ayrı tutmaktadır. İmânî düşünce hem zaman ve tarih içerisinde hem de an ve kendi içerisinde dairesel bir tarama ile yol alışı ve bu şekilde hem zamanı hem de mekânı genişletmeyi ve sınırlarını imkânın sınırlarıyla birleştirmeyi istemektedir. Bediüzzaman’ın, “Cehennem nerededir?”7 şeklindeki soruya dünyanın dönüşü üzerinden tarihin ve insanın sınırlarının haşrin ve ahiretin sınırlarıyla bağlantısını kurduğu cevabı; bu durumda, imanın  mü’minin düşünce uzayındaki gerçek konumuna getirdiği istikrar ve taşıdığı  derinliği birlikte göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir.

Örneğin: Leonardo da Vinci, “Işıkla karanlık arasında sonsuz varyasyon vardır” fikrini sanatında kullanır. Bunun için gizlenmemiş, doğrudan gözümüzün önünde olanı betimlemek arzusundadır ve bunu gözün görme kusurlarını da resme yansıtarak gerçekleştirecektir.  Düşünür gibi resim yapmak değildi Vinci resmi; zihnin kısa yollar kullanarak gördüğü gibi değil, soyutladığı gibi de değil, dünyanın retinaya ne şekilde düştüğünü önce bilimsel biçimde araştırıp ardından bulguları boyama aracılığıyla betimlemenin imkânlarını aramıştı. Piri Reis ise, gezdiği yerlerdeki gözlemlerini somut veriler olarak geçmişteki karşılıklarıyla  birleştirip yüksek bir soyutlama yeteneği ile düşünce gücünü ortaya koyabileceği bir üslûpla yeniden haritalandırabiliyordu. Buradaki metod, şüphesiz Reis’in İslâm’ın tevhid düşüncesinin getirdiği terbiyeyi esas almasıydı. Bediüzzaman bunu şöyle açıklıyor:

“Zahir ile bâtın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır. Meselâ: Âmiyane olan tevhid-i zahirî, hiçbir şeyi Allah’ın gayrisine isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy, sehl ve basittir. Ehl-i hakikatın hakikî tevhidleri ise, her şeyi Cenab-ı Hakk’a isnad etmekle beraber her şeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu, huzuru isbat, gafleti nefyeder.”8

İspatın iki yönü vurgulanıyor: aksini red ve doğrudan evrensel bir biçim ve konumda yerini göstermek… Bediüzzaman tevhid düşünme terbiyesini anlatırken; zihnin çarklarında hem dil ve tavır olarak ispatın ve uygulamalarının yardımcı teorem ve gösterimlerin oluşturduğu bir bütünlük (tevhid) olarak zihnin çarklarında işleyen “huzur-u daimî”yi netice veren sürekli delillerden (âyet) ibaret bir “hayat”ı ifade etmeye çalışıyor. Evet, bu çalışma ve gayret tefekkür ve ibadet ile bitmeyen bir hareketi üretecektir. Ayet “Her şey Allah’ı tesbih eder” ile evrensel bir rabıtayı ifade eder. Bu düşünme böylece doğru bir hareket olarak hayata ait oluyor.

Heidegger’in Düşünme Üstüne Söylev kitabının “Bir Dağ Yolunda Düşünmeyle İlgili Konuşma” bölümünde ifade edildiği gibi “Öyleyse düşünmek de uzaklığın yakınlığına gelmek demektir.” Buna ilmelyakîn de denebilir. Heidegger elbette bu yakîni felsefe yolu ile gerçekleştirmeyi mümkün görüyordu. Bu geleneğin de köküne yönelik Tarihçi Claud Cahen şöyle bir dikkat çekiyor:

“Batı dünyası İbni Sina ve İbni Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır… Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”

Bugün bilginin ve düşüncenin ilim ehline özel kalmadığı ve erişimin neredeyse herkes için mümkün olduğu bir vasatta rehber olacak bir anekdotta:

“Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.” sualine cevap olarak da Bediüzzaman şöyle demiş:

“Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebîb yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil. İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir, ötekisinde ihtilaf ve zarar saklanmıştır.9

Zekânın ölçüsü, gerektiğinde düşüncelerini değiştirebilmekte yatar (Albert Einstein). Bediüzzaman meşrutiyet yıllarında şunu eleştirmişti: “Bizdekilerde hutut-u efkâr, telaki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden nokta-i telaki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud, adem gibi; birinin vücudu ötekinin ademini ister.”10 Eski bir metinde endişe kelimesine doğrudan “fikir” anlamı yüklenmiş. Efkâr-fikir. Cemil Meriç’in de dediği gibi aynı zamanda “her tarif bir tahriftir” Ancak düşünmenin bilimi olan felsefenin varlığı bu endişe ve tahrife bağlıdır.  Düşünüyorum öyle ise varım, diyor Descartes. Felsefe yapmak doğru düşünmektir zaten, Thomas Hobbes’ a göre de…

Dipnotlar:
1) Halide Edip, Sinekli Bakkal.
2) Ulus, 1961.
3) Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,2019, s.315.
4) Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s. 644.
5) Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 107.
6) Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 780.
7) Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 20.
8) Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s. 232.
9) Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s. 81.
10) Eski Said Dönemi eserleri, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s. 358.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*