Kusur (1)

Rüzgâr, dalgalar, suyun akışı, volkanik patlama, kuşların uçuşu, tufan, akıntılar, bitkiler, kalbin odacıkları, kanın dolaşımı, yengeçlerin hareketleri, anatomi, atlar ve diğer hayvanlar, ışık ve gölgeler gibi doğruları kullanarak kesin çizimlerini yapabilmek. Buradan insan fizyolojisi, anlık ve karakteristik davranışlar, kâinattaki ve insandaki uyumu ve oranı gösteren tabiatın soyut dili olarak görülen geometrinin doğrularını kesin çizgi olarak kullanması… Nihayetinde insan portresinin ortaya çıkışı…

Teknoloji; Batı’nın bu örneklikteki çalışmaları ile, tabiatın deşifresi sayesinde yüzyıllar alan bir ilerleyişle bu güne geldi. Her tablonun bir senaryosu, teknolojisi, duyguları, inançları, hareketi, kayıtlı pek çok ve ardıl sesleri birlikte geleceğe bıraktı. Evet, çok iyi bir mühendislik geleneği Leonardo Da Vinci gibi örneklerle birlikte geldi. Mesela insan bedeninin çember ve kareye yerleştirilmesiyle ilgili oran çalışması (Vitruvius Adamı) şu meydan okumayı da akla getiriyor; “bir benzerini getirin!..”1

Resimden makine üretmek, insan, tabiat, hayvan ve bitki kesin çizgilerinden makinenin çalışır bir canlıya  dönüşmesi… Tabiatı taklid ile “ikinci yaratım” sadece kitabın benzerini yapmak değil; çünkü kitap içinde anlatılanların (kâinatın) da sahibinin sözleridir, aynı zamanda eserlerinin de bir benzerini yapmak meydan okunmasını gerektirir. Çizimde kesinlik… Bediüzzaman’ın “romanvari nazar” dediği ayrıntıcı ve teşhirci bakış, anlamı dışlayan boş bir beden algısı ilişkisi üzerine, “hüsn-ü mücerredi tanımaz” diyerek getirdiği eleştiri noktası Batı sanatını “bir benzerini getiremezsiniz!” hükmüne bağlıyor.

“İnsanlar yetişemedikleri yamaçları kendi seviyelerine indirmeye çalışırlar…” diyor, Fichte. Eşyayı biricik yapan aslındaki kusurdur. Kusur esasında kusursuzluktur. Kusur varlıktaki gölgelerin varlığını işaretler. Toprak gibi. Varlığına yeni boyutlar katmak için gölgelerle uğraşmalısın! Gölgeler derinlik kazandırır, yükseklik verir, inceliği ve kalınlığı açığa çıkarır. Gölge, varlığı içindeki hayata dair ikna eder. Kusurla mükemmelliğin birleşebilmesi ve bir arada olabilmesi mutlak güzelliği ve kudreti gösterir, aksi mümkün  değildir. Eşyadaki kusur Hâlık’ın yaratmasının en önemli delilleri olarak görülüyor. Çünkü, kusur görünür. Bu görünürlük kusur sahibini de gösterir. Onu da bir anlamda görünür yapar.

İnsanın aslî fonksiyonları kusuru ile ortaya çıkıyor. Acz ve fakrıyla, benliğin ve nefsin keyfiyetiyle kusuru büyük  hakikatlere açılmayı mümkün kılıyor. Bilgisayar desteğinin gelişmesiyle eşyanın varlığını gösteren büyük resmi ya da kaderi olan hareketle hayat serüvenini tahmin edebilmek, hesaplayabilmek mümkün olabiliyor. Burada kusur olanın, asıl tam da bir hesabın parçaları olduğu ancak hareketin resmin içine girmesi ile bunun ortaya çıktığı belirlenebiliyor. Bunun determinist yapıyı bozduğu ve kaderin ince işçiliğini nazarlara verdiği de görülüyor.

“Kul hüve…” demek; hakikatte “Lâ meşhude binazari’l-hakikatihi illa hüve” dir.

“Çağdaş sanat sosyalizmi de kapitalizmi de bitirmiştir…” derken, Suad Alkan, sanatın “yeniden yaratım” sürecindeki iflâsının onu Sânî’nin sanatını taklid noktasına getirdiğini anlatmak istiyordu. Çağdaş sanat, çünkü, tecdidi gerektiren bir sanattır. İlhan Berk, Bubi’nin resmi için yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “Şimdiye değin bildiğimiz bütün resimler, tüketim toplumunun bir buluşu olmaktan öteye gitmemiştir. Eski ve yeni tüm akımlar için geçerlidir. Bütün bunlardan ister istemez şuraya geliyoruz: Olmayan bir resmi arıyor Bubi. Bunun da yolu tektir, bildiğimiz bütün resimlerin üstüne kusmak. Bubi’nin resimlerinde kendini zorlamadan ele veriyor bu tutum. Açıkça görülüyor.” Stephen Hawking: “Evrenin temel kurallarından biri de hiçbir şeyin mükemmel olmadığıdır. Mükemmellik diye bir şey yok, kusur olmasa ne sen, ne de ben var olurduk” diyor. İbni Arâbî bu hususu en derine kadar çekiyor. Şöyle söylüyor: “Hakikat inhisar altına alınamaz. Akıl ise taahhüd eder hakikati… Kendi inandığı ilâh dışındaki sıfatları kendi ilâhından dışarıda bırakır, reddeder. Hâlbuki bu durumun kendi ilâhına bir faydası yoktur. Kalp ise doğrudan Allah’ın tasarrufu altındadır, kalbe düşen  ilâhın doğrudan tecellisini bulur.”

Sartre’in “karşı cehennemdir” demesi, aklın, varoluşu karşının kusuru, reddi ve tehdidi altında görmesidir. Batıda kalbe düşen ilâhî fotoğrafın üzerinin kapatılması, diğer ilâhları kendi ilâhının varlığı için  (bu ilâh insanın egosu olarak üremiştir) öldürmesi ile Nietzsche’nin “Tanrı öldü” veya “öldürüldü” yanılgısını hatırlatmasına sebep olmuştur. Çünkü, enenin varlığı yokluğunda; yokluğu ise varlığındadır. Kusur varlıktır; mükemmel yokluktur. Allah’ın varlığı dışında bütün varlıklar kusurlarıyla vardır. Çünkü varlığı ile birlikte sahip olduklarının hepsi indirgenmiş ve verilmiştir.

Mu’cize bir “söz ya da varlığın ilk teşkilini” ifade eden “tenezzül-ü İlâhî”nin, indirilmiş bir hakikatin, görünür olması ile açıklanıyor. Yani, mücerred olan hakikat temsil ile âlem-i misalde biçim kazanıp âlem-i şehadete  indiriliyor. Varlık da zamanı kuşanıp gaybdan şehadete iniyor. Mu’cize gaybdan şehadet âlemine bir anda, sürece takılmadan indirilmiş anlamındadır. İ’caz ilk kez Peygamber (asm) masumiyetinde (sadece varlığı gösteren kusur ile) vücud kazanıyor. Peygamber (asm), ilk kez ve en ideal olanı yapıyor ve gösteriyor. Bundan sonrası insan elinde “kusur”lu olarak devam ediyor.

“Basit şeyleri, etrafını çok işleyerek büyük yaptılar” diyor Şekspir. Bediüzzaman’ın da meseleyi özetleyen benzer bir yorumu var: “Hem de, âyetler, sahibinin şuunat ve ef’alinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle âdi şeylerden bahsi hârikulâdedir. Şiirin hârikulâdelerden bahsi, alelekser âdidir.”2

İnsana kusuruyla birlikte yol aldıracak bir kuvvet vardır. Kuvvetin kaynağı ihlastadır. Bunun için iki “ilâh”ın yok edilmesi gerekir: “Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur. İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kàdirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını târumâr etmişlerdir.”3

Dipnotlar:
1) Yunus Sûresi: 38.
2) Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2020, s. 173.
3) Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2020, s. 90-91.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*