“Yazmaktan maksat, lisânın söylediklerini bâkileştirmektir. Çünkü şu fânî dünyada hiçbir şey ebedî değildir.”
Münazarat
Çünkü yazı, belgedir. Kayıt düşürmektir. Yazı, kader kaleminin bir parçasıdır. “El-ilmu saydun ve’l-kitâbetu kayduhu” (İlim bir avdır, yazmak onun bağıdır) denmiştir. Latince’de bir deyiş vardır: “Verbavolant, scriptamanent.” Yani, söz uçar, yazı kalır.
“Hakiki ilim sadırlardadır, satırlarda değil” diye bir söz olsa da “Sadırda kalmaz, satırda kalır”. Eskiler “İlim, evvelden sadrdan sadra nakledilirdi, satıra dökülünce zâyi oldu” demişlerdir. Allahuâlem ikisinin de doğru olduğu yerler vardır. (Sadır: göğüs)
Zübeyir Gündüzalp ise şu fikirde; sadırdan değil, satırdan!
“Sıradan olaylar başlı başına birer mucizedirler zaten. Ben sadece onları kâğıda döküyorum” diyen Franz Kafka “bir sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulan” birinin hikâyesini yazıverdi. Bu gerçek bir mucize miydi? Yaşanmış mıydı? Yaşandığı söylenmişti. Söylenenler yazılmıştı. O halde, yazmak mı yaşamak mı? İlhan Berk, yaşamadığı için yazdığını söyleyenlerden. Ona göre de yaşayan yazamaz, yaşayamayan yazar. O halde yazan yaşayamaz. Şüphesiz, Bediüzzaman gibi, yaşamadığını yazmayanlar da vardır. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında Turgut şöyle anlatır yazmanın güçlüğünü: “Ne ürkünç bir iş! Kafanın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini çizmek kadar güç!”
Musibetler yaşandığı anda yazılmamalıdır. Mutluluklar ve aşklar da öyle. “Bir sevi mutlulukla sürerken öyküleşemez, romanlaşamaz, şiirleşemez” der Aziz Nesin, Rüyalarım Ziyan Olmasın’da. Biraz geçmişe baktığında, bu ana gelene kadar, zamanında zorluk ya da mutluluk görünenin aslında öyle olamadığı görülebilir. İnsan, ancak tarihi, yani kazayı değerlendirebilir. Anı, yani yaşanan kaderi görmekten acizdir. İnsan için en iyisi, yaşadıklarına şükretmek ve vazifesini düşünmekle neticesini beklemektir. “Yazı yazmak dünyanın hızını artırır. Sükûnetin tozunu attırır” diyor, Himmet.
Kaderini elleriyle yazmak gibidir yazmak, hayatın her parçasını içine alır. Hayatın ritmi üzerine yazanlardan biri: “Yazmanın en büyük zevki konusu değil, sözcüklerin iç müziğidir” der (Truman Capote). Bir diğeri de, mektubunda “Kitaplarımı yazmadan önce hep müzik olarak düşünürüm.” diye yazar (Virginia Woolf). Peki ya anlam ve anlayış ritmi? Nazm-ı maanî… Anlam dizimindeki ahengi ruhani olarak tanımlanabilecek olan.
Bir de yazının şekli vardır. Somut bir sonuçtur aynı zamanda yazmak. Bunun için güzel yazı vardır: Hüsn-ü Hat. Hattat Hüseyin Kutlu, hat sanatı dediğimiz şey, bir Kur’an medeniyetidir, diyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel şekilde yazılması anlayışı, fikri ve aşkı, bu sanatı doğurmuştur. İnsan aynı zamanda zevk-i selim sahibi olmalıdır. Bu yeterli mi? Değil. İnsan hem akl-ı selim sahibi olacak hem de kalb-i selim sahibi olacak. Şöyle diyor Kutlu: “Ve ben o zamana kadar bu Kur’ân yazılarının, tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’in manası gibi gökten indiğine inanıyordum. Meğer bu yazılabilir bir yazıymış.”
Bunun için: “Hattatın hüneri, elindeki kamış kalemi neşter gibi tutarak, ‘Elem neşrah leke sadreke’ kabîlinden kalbindeki nefis cerahatini akıtmasıdır!” denmiştir. Yazının bir zevk meselesi olduğunu Bediüzzaman da hatırlatıyor. Edebiyatı içine alarak:
“Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez. Bu hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehevânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.” Halbuki; “Kur’ân’daki edepse, hevâyı karıştırmaz. Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir.”
Kaderini elleriyle yazmakla, ne yazdığını yazmak ile ilgili olarak: Flannery O’Connor, öykü özelinde şöyle der; “Kısa öykü hakkında söyleyecek çok az şeyim var. Kısa öykü yazmak ayrı, onlar hakkında yazmak ayrı. Yazdığım her yeni öyküyle, öykü yazmak hakkında daha fazla gizem keşfediyor, kendimi bu konuda daha az çözümleme yapacak yetide hissediyorum.”
Yazmak için bir kâğıt, bir kalem yeterli iken yaşamak için mekân çeşitliliği neredeyse sınırsız ve imkân çeşitliliği de pek çoktur. Altiero Spinelli 1941 yılında Mussolini döneminde Santo Stefano hapishanesine getiriliyor. Burada Ernesto Rossi adlı bir başka siyasî mahkûmla birlikte, sigara kâğıtlarının üzerine “Ventetone Manifestosu”nu yazıyorlar. Bu, özgür ve birleşik bir Avrupa idealinin ilk belgesi kabul ediliyor. Bediüzzaman Hazretleri de, Denizli hapsinde iken, gayet mühim dokuz meseleyi ihtiva eden “Meyve Risalesi”ni iki Cuma gününde te’lif etmiştir. Bu eser, Risale-i Nur’un hakikatlarını hülâsaten cem’eden kıymetdar bir risaledir. Ve ilk önce gayet gizli olarak kibrit kutuları içine yazılıp koğuşlar arasında neşredilen Meyve Risalesi, bilâhare gayet kıymetli ve menfaatli ve hapislere tiryak gibi faydalı olduğu anlaşılmasıyla serbest yazılmış. Denizli Mahkemesine, Temyiz Mahkemesine ve Ankara makamlarına Risale-i Nur’un hakikî müdafaası olarak gönderilmiştir.” (Tarihçe-i Hayat)
“Kalemi kamera gibi kullanıyorum” diyen Ercan Kesal, “Ben yazdıklarımın seyredilmesini ve birlikte sanki bir filmin içinde geziniyormuş gibi yaşamasını istiyorum,” diye ekliyor.
Kelimeler içinde yaşanıyor olaylar şu halde. Her birinin içinde pek çok kamera var. Bediüzzaman’ın: “Bak nerede olursa olsun ‘mübareze’ lafzı pencere gibi meydan-ı harbi, içinde harp olarak sana gösterir. Evet çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematoğrafisi denilse caizdir.” (Muhakemat) dediği ve daha başka verdiği örneklerdeki “Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir” diyerek:
“Mumatala-i hak perdesi altında hulfü’l-va’d benimle konuşuyor. Der: ‘Aldanma!.. Onun için sinemde ümidlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar.’ Göreceksin nasıl şâir-i sahir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rü’ya görünüyor. Evet bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.”
Veyahut, diyor Üstad, yerin yağmur ile muaşaka ve şekvasını dinle! İşte: “Yağmurun geç gelmesini ona teşekki eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leyla haletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?” (Muhakemat)
Yazmak yaşananların neresindedir, yazar nerede durur; kameranın ortalık yerde yaşananları uzaktan, korunaklı bir yerden izlemesi ile olayın hareketi içinde yaşayarak görmesi arasındaki fark gibi yazının kelimeleri ile durduğu yer kendini ortaya çıkarıyor. Yazılanların yaşananlar olması ya da yazılanların yaşanabilecek olması bir yazı karakteridir de aynı zamanda. Rita Felski, Dönüşüm’de olduğu gibi, başta Kafka olmak üzere modernist yazarların metinlerinin okurla metin arasındaki yakınlık ilişkisini sarstığını, alışılagelmiş yorum bilgisini sorguladığını, bir bocalama, düş kırıklığı ve endişe duygusu uyandırdığını belirtiyor. Ancak bu okuyucuyu daha çok düşündürmeye yol açabilir. Yazarın anlattıklarıyla yetinmemeye, verilen anlamların ötesine geçip kendi verdiği anlamları okumaya, metni kendi zihninde zenginleştirmeye başlamıştır, Semih Gümüş’e göre de. Bunun “bireyliğin kazanılması” ile ilgisi üzerine düşünmek gerekir. Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın bir anlatım biçimi olarak değer verdiği temsiller, temsilî hikâyeciklerle karşılıkları arasındaki zihinsel bütünleştirmeler de tartışılması gereklidir. Bunun kişisel imanın ve burada açılan sürecin ilerleyişi ile kazanacağı karakteri, evrensel iman ile sonuç verecek gerçekleşme seviyesi belirlenebilir. Bediüzzaman’ın ilmelyakîn derecesinin üzerinde aynelyakîn elde etmeyi biraz da bu gerçekleştirme performansında gördüğü anlaşılıyor. Hatta hakkalyakîn gibi bir his ve yaklaşım bu şekilde kazanılabilir. Oscar Wilde’in “Edebiyat gerçekten daha gerçektir” dediği gerçekle “şiirin hayâlâtından münezzeh” bir imanın yerleşeceği “hakikat burcu”nun aynı olmadığını da bilmek gerekiyor. “Âyâ, acaba muhakemesiz âmî kâfirler gibi sana şair mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen, de: ‘Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.’ Senin parlak büyük hakikatlerin, şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.” (Sözler)
Sonuç olarak, her yazı şu uyarıya dahildir:
“Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden Zât, senin ef’âl ve a’mâlini mühmel, başıboş, hesapsız-kitapsız bırakmayarak İmâm-ı Mübinde yazar. Ona göre muhaseben olacak.”
İlk yorumu siz yazın