Mecliste çok önceden gelip oturmuş olan Yunus Emre ötelerden müjdeler yüklü sesiyle ünledi:
Evvel bahâr olıcak agaçlar tonanıcak
Gör niçe medh iderler bülbüller gül üstine
İlkbahar olunca, ağaçlar çiçeklerle donanınca. (O zaman) gör bak bülbüller gül üstüne nasıl övgüler söylerler!
Meclistekiler Yunus’un mısralarıyla rahat bir nefes alıp ferahlarken, şair şu mısraları ilave etti sözlerine:
Kış çıkıcak irdi bahâr cânunı gafletden uyar
Cennet’e döndi her diyâr söyle bülbülcügüm söyle
Söz bülbülün, bülbül gibi şakıyacak şairlerindi. Meclis şöyle bir dalgalandı. Ahmedî sözün kendisine değmesini bekliyormuş; Nesîmî ve Yunus’u tasdik eden mısralarla söze karıştı:
Gele girü bahar u bu agaçlar
Kılalar hulle tonlarını muclem
Umutsuz olmaya gerek yok, bahar ve bu ağaçlar geri gelecek, cennet elbiselerini giyecek, gösterecekler.
Cemal-i Mutlak, güzelliğini güzel isimlerinin tecellileriyle gösterince, yerde ne varsa dirilecek, dünya renk renk çiçeklerle donanacak:
Cilve itse nev-baharı hüsnüñüñ
Cân bula yirde ne varsa tâ cemâd
Güzelliğinin ilkbaharı tecellilerini gösterirse, yerde canlı cansız ne varsa yine can bulur.
Bilge Ahmedî, mütefekkir bakışlarıyla insanları nakıştan Nakkaş’a çevirmek istiyordu. ‘Tabiat güzellikleri tazelenen, yenilenen halleriyle esma tecellilerinden ibarettir. Dostlar bundan gaflet etmeyesiz’ demek istiyordu.
Ahmed Paşa şairin kelamını tamamlamasını bekliyormuş meğer. Hemen söze girdi. Belli ki onun da bahara dair söyleyecekleri vardı:
Nev-bahâr-ı hüsnüne bülbüllerin zâr etmege
Eylemiş ahd-i ezelde hâr ile sevgend gül
Anlaşılan; gül, ezel meclisinde güzelliğinin ilkbaharına bülbülleri inletmek hususunda diken ile yemin etmiş (anlaşmış).
Gülün açılması bülbülün inlemesi, kavuşmak için ah etmesi demek. Bülbül, dikenli gül fidanı üzerinde visal arzusuyla ötüp dururken kalbi gittikçe derine batan dikenin acısından daha da acıyordu. Acı artıkça feryadı artıyordu.
Bütün bahar bir bakıma bir gül ile bülbül hikâyesiydi aslında. Ancak gülün dikenle anlaşmış, sözleşmiş olması da ancak Ahmed Paşa gibi bir şairin dikkatinden kaçmayabilirdi.
Bir köşede sessizce sözün kendisine değmesini bekleyen hamse şairi Hamdullah Hamdî, tomurcuğun açılmasına göndermede bulunarak söze karıştı:
Gül tâcdâr-ı devr-i bahâr olsa tañ mı kim
Yırtar kabâyı mâtem-i Âl-i abâyiçün
Gül elbisesini Âl-i Abâ için yırttığından, bahar devrinin taçlı hükümdarı olsa şaşılır mı…
Hamdullah Hamdî’nin aklına Kerbela’da hunharca, zalimce şehit edilen Âl-i Aba’dan Hz. Hüseyin ve ailesi gelmişti. Gülün tomurcuktan sıyrılıp elbiselerini yırtarak açılması ona bu ciğer yakıcı hadiseyi hatırlatmıştı. Hz. Hüseyin, Fahr-i Âlem’in gözünün nur, Âl-i Aba’nın sevgili üyesi ne feci bir vahşetle şehit edilmişti. Asırlarca kanayacak bir yara açılmıştı Müslümanların yüreğinde…
On beşinci asrın hanım şairi Mihrî, sözü yine mecrasına, bahara çevirmek için söze katıldı:
Yine eyyâm ı bahâr irdi bezendi her diyâr
Kıldı âfâkı şükûfeyle müzeyyen Kird gâr
Yine ilkbahar günleri geldi, her diyar süslendi.
Allah, ufukları çiçeklerle süsledi.
Şairler meclisi şöyle bir dalgalandı; bu güzel mısraların sahibesine takdirlerini ilettiler. Her ne kadar şiir bir erkek meclisi işi diye algılansa da; bu nazik ve nazenin sesin söyledikleri hiç de yabana atılır gibi değildi.
Necatî, çaresiz dinledi şaireyi. Aslında kendisine nazireler yazan bu içli, kültürlü hanım şaire gizli bir hayranlıkla beraber; bir kızgınlık da duymuyor değildi. Söze biraz da bu duygularla girdi:
Handân ider cihanı yine fasl-ı nev-bahâr
Nite ki cân-ı âşık-ı gam-gîni vasl-ı yâr
İlkbahar mevsimi, sevgiliye kavuşma gamlı âşığı nasıl güldürürse, dünyayı da öyle güldürür.
Mihri Hatun sanki Necatî’ye laf sokarmış gibi şu beyti söyledi:
Bu güni bahâr ise vü yarını hazândur
Kendüye kalur her kişinüñ yüzi karası
(Dünyanın) bugünü bahar ise yarını sonbahardır. Her kişinin yüzü karası kendisine kalır.
Mihrî Hatun, şu sarsıcı mısralarla şairlik vadisinde erkeklerden geri kalmadığını belki de Necatî’ye duyurmak için seslendi:
Bu nev bahâra bir gün olur kim hazân irer
Gırr’olma hüsne sevdügüm âhir bekâsı yok
Sevdiğim güzelliğine (o kadar da) gururlanma. Bunun bekası yok. Bu ilkbahara bir gün sonbahar yetişir.
Devrân bahârı bir gün irer kim hazân olur
Evrâkını kılur hazer it târ u mâr gül
Sakın, devran baharı bir gün biter sonbahar gelir, gül yapraklarını tarumar eder, dağıtır!
Necâtî cevap vermeye hazırlanırken Ahmed Paşa söz aldı:
Yüzün gül-zârı şevkından yine mest oldu bülbüller
Bahâr ü mevsim-i güldür ko hûş-yâr olmasın kimse
Yüzünün gül bahçesi şevkinden bülbüller yine mest oldu. Bahar ve gül mevsimidir, bırak kimse ayık olmasın.
Baharın güzellikleri Fatih’in bu üstad şairini adeta sarhoş etmiş. Gördüğü güzellikleri kendisinden başka kimsenin görmesini istemiyor gibiydi. İdamdan kelleyi kıl payı kurtaran şair, sözü ortaya salarak şu beyti fısıldadı:
Bahâr-ı hüsnü sen servin salalı sâyesin câna
Mahabbet bûstanında bulunmaz bir giyâh eğri
Ey sevgili, sen güzellik baharını dünyaya salalı, muhabbet gül bahçesinde eğri bir ot bulunmaz.
Şairler birbirlerine onaylayıcı bakışlarla baktılar. Aşkın samimiyet, ihlâs gerektirdiğini anlamışlardı. Muhabbetinde samimi olan eğri iş yapmaz, yanlışa düşmez.
Allah’ın sanat eserlerine, dolayısıyla ona içtenlikle sevgi duyanlar dosdoğru olmak durumundaydılar. Aşk eğrilik kaldırmaz… Belki de Yunus’un yıllarca düz odun taşımasının sırrını, hikmetini anlamışlardı. Sevgilinin kapısına eğri odun yakışmadığı gibi, eğri niyet hiç uymaz.
İlk yorumu siz yazın