Hikâye

Şimdi sana hikâyelerin en güzelini anlatacağız. (Yusuf Suresi)

Her şey yoluna giderdi. Hakikat ortaya çıkar; hikâyelerle hayata adımını atardı. Hikâyesi olmayan bir gerçek susuz bir çöldür. İnsanlar için doğru ve güzel hikâyeler gerçeğin temsilleri olabilirler.

“Gerçek, çıplak ve soğuk gerçek, köydeki her kapıdan çevrilmişti. Ona acıyan ‘Kıssa’ alıp evine götürdü. Ona bir hikâye giydirdi, ısıttı ve tekrar dışarı gönderdi. Hikâye giyinmiş olan Gerçek, tekrar kapıları çaldı. Bu kez evlerde hoş karşılanıyordu.” (A. Simmons, Hikâyenin Gücü)

Hayat gerçekle duyguyu harekete geçiren bir süreçtir. Hayaller ve gerçekler tarafından kuşatılmış insan için gerçekler ve hisler hareketi sağlayan ikililer ortaya çıkarır. Bu aynı zamanda geleceğin ön yargılarıdır. Nicholas Epley’nin Mindwise kitabında yer aldığına göre insanlar hiç tanımadıkları insanların düşünce ve duygularının ortalama %20’sini doğru tahmin edebiliyorlarmış. Bu oran insanın kendi eşi/yakını için en fazla %35 oluyormuş. Buna alışkanlıklar diyebilmek mümkün.  Kas hafızası, duygusal zekâ ve gündelik ritimler… Bunlar tekrarlanarak bir inşa hareketi üretir. Karakter. Kişilik.

İnsanlar karakterlerine, karakterlere öykünerek yol alabilirler. Öykü, noksansız, dramatik bir olaydır; iyi öykülerde karakterler olay yoluyla gösterilir, olaylar da karakterlerce yönetilir, bunun sonucunda ortaya çıkan da, sunulan tecrübenin tamamından türeyen anlamdır. Kısa Öykü Yazmak adlı yazısında Flannery O’Connor, öykünün bir insan barındıran dramatik bir olay olduğunu söylemeyi tercih ediyor, çünkü oradaki bir insandır, hem de bir insan diyor; yani insanlığın genel durumunun ve bazı özel insanî durumların bir parçasıdır. Bir öykü, dramatik bir biçimde, her zaman bir kişiliğin gizemine yer verir. Bu çoğu insanın bir ben etrafında döndüğü karakterler de olabilir. Bunlar kimi inançlar ve klişeler üzerinden ayrışabilirler.

İnançların, görmeyi sağlayan ışık olması, ancak görünen şeye dönüşmemesi ya da görmenin yerini almaması gerekir. Kurmaca yazarları için her şeyin gözle sınandığı bir nokta vardır; nazar ve içindeki niyet. Göz, nihayetinde bütün kişiliği kapsayan bir organdır, dünyanın tamamını içine alabilir. İçinde yargıyı barındırır. Yargı, görme eylemiyle başlayan bir şeydir, böyle başlamadığında ya da görmekten ayrı hâle geldiğinde zihinde bir karmaşa yaşanır, bu da öyküde yansımasını bulur. Bediüzzaman’ın roman bakışı olarak gördüğü boş ya da nefsânî bakış; ayrıntıcı ve aldatıcıdır. İfsat edici, karıştırıcı ve bütünü yıkıcıdır.

Niyet. Kurmaca hisler aracılığıyla işler, öykü yazmanın zor olmasının nedeni, diyor O’Connor, hisler yoluyla ikna etmenin ne kadar uzun zaman ve ne kadar sabır gerektirdiğini unutmalarıdır. Öyküyü gerçekten tecrübe etmeyen, öyküyü hissetmeye açık olmayanlar, kurmaca yazarının bahsettiği hiçbir şeye inanmayacaktır. Kurmacanın ilk ve en açık özelliği görülebilen, duyulabilen, koklanıp tadına bakılabilen, dokunulabilen şeyler yoluyla gerçekle uğraşmasıdır.

Bu sadece akılla öğrenilebileceğiniz bir şey değildir, alışkanlıklarla da öğrenilmesi gerekir. Şeylere alışkanlıkla bakma biçiminiz haline gelmelidir bu. Kurmaca yazarı şefkatle şefkat, duyguyla duygu, düşünceyle düşünce yapılamayacağının bilincinde olmalıdır. Bütün bu şeylere bir vücut vermelidir; ağırlığı ve kapsamı olan bir dünya kurmalıdır.

Ancak kurmaca yazarı için yargı, gördüğü ayrıntılarda ve onları görüş biçiminde başlar.

Bu somut ayrıntıları önemsemeyen kurmaca yazarları, Henry James’in “zayıf ayrıntılandırma” dediği hatayı işlemektedir. Gözler kelimelerin üzerinde kayıp giderken dikkat uykuya dalar. Ford Madox Ford: Okura öyküdeki adamı görmesine yetecek kadar ayrıntı vermezseniz, o adamın bir öyküde gazete satacak kadar bile görünmesini sağlayamazsınız, diyor.

Kurmaca yazmak nadiren bir şeyler söyleme meselesidir; çoğunlukla bir şeyleri gösterme meselesidir. Ayrıntı nihaî bir neden tarafından yönetilmelidir ve her ayrıntı amacınıza hizmet etmelidir. Sanat seçicidir. Seçilen şeylerin orada olması zaruridir, zira hareketi netice veren de budur. Bu yukarıdan aşağı bir tenzil hakikati ile üretilmiş bir geometridir. Temsiller birbirlerini kurmaca olmaktan öteye taşınma niteliklerini tanımlar. En yüksek hakikat ise inançlar arasından en âlî mertebede ulaşılan imandır. Bediüzzaman için hikâye türünden anlatılar imân esaslarını anlatan hakikatin doğru dilinde inşasında hayatî bir unsurudur. Temsillerle anlatım üslubu aynı zamanda biçim ve içerik bakımından büyük bir iddiadır:

“Felillahilhamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.” (Mektubat)

Anlam; kısa öyküyü kısa olmaktan kurtaran şeydir. Bir öykünün konusundansa anlamından bahsetmeyi tercih etmek gerekir. Öykü başka türlü söylenmeyecek bir şeyi söylemenin yoludur, anlamın verilebilmesi için öyküdeki her sözcüğün işe koşulması gerekir. Öykü anlatırsınız, çünkü düz bir biçimde ifade etmek yetmez. Bediüzzaman için de her bir temsilî hikâyecik sonundaki doğru karşılıklara, hakikatlere odaklanmak gerekir.

Kurmaca, gerçekliğe yoğun bir dikkat göstermeyi gerektirir.

Sahicilik hakikate olan kısa bağları yerli yerinde kurabilmekle mümkün olabilecektir. Kısa öyküde betimlenen olayın varoluşun gizemini mümkün olabildiğince nasıl açığa çıkaracağızdır. Bunu yapmak için sadece kısacık bir alan vardır, söyleyerek değil, göstererek yapmalıdır. Somut olanı göstererek, yani sorun somut olanı nasıl kendisi için iki kere çalıştırabileceğidir. Jacques Maritain’in “sanat alışkanlığı” dediği şey… Gerçek şu ki, kurmaca yazmak, kişiliğin bütünüyle dahil olduğu bir iş – zihnin hem bilinçli hem de bilinçdışı kısmının katıldığı bir iş. (Kısa Öykü Yazmak, Flannery O’Connor. İngilizceden çeviren: Deniz Bozkurt)

Burada anlatılanlar dışında kalan hikâyesiz hayatlar zihinsel savrulmaları alışkanlıklara da taşır. Gökhan Özcan Hikâyemiz Yok yazısında şöyle diyor: “Bizim günlerimizin bir hikâyesi yok! Bir çalıya takılıp kalmış gibiyiz. Ne kadar yaşarsak yaşayalım, hiçbir yere birikmiyoruz. Ne kadar akarsak akalım, hiçbir şeyi doldurmuyoruz. Bozuk bir plak gibi hep aynı şarkıya dönüyoruz. Hep aynı köşede duruyor, ne o tarafa, ne öteki tarafa gidebiliyoruz. O köşede duruyoruz. Sadece duruyoruz. Çalıya takılmış bir çaput parçası gibi sadece duruyoruz. Her şey rüzgârını bulup şişiriyor yelkenlerini. Biz durmanın en rüzgârsız iklimlerine çakılıp kalıyoruz. Bizim günlerimizin bir hikâyesi yok! Soğuk bir pencere camı gibi nedensiz çatlıyoruz. Umursanacak kırılmalar olmuyor bizim kırılmalarımız. Yeniden doğrulsak, her şekle girecek kadar hamurlaşıyoruz. Kurutulsak, tam olarak kurumuyoruz. Islatılsak, hep öyle ıslak kalıyoruz. Durmadan nedensizce çatlıyoruz boydan boya. Nedensizce kırılıyoruz. Bizim günlerimizin bir hikâyesi yok!”

Ama olmayan hikâyelerin paylaşımı çok! Artık zamanımızda günlük hikâyeler resim ya da görüntülü olarak paylaşılabiliyor. Hikâye anlatıcılığı sanal ortamı merak uyandırıcı kişisel mecraya ortak edebiliyor. Burada edebî zevki verecek kalıcılık ve ebedîlik değil anlık paylaşım ve hislerin anlık dışa vurumu yeterli kabul ediliyor. Bu durum da Özcan’ın “hikâye yok” eleştirisinin içinde olsa gerek. Bu işin okul tarafı var elbette. Günümüz hikâye modasına problem çözme biçimleri olduğu gibi, problemlerin anlatım biçimleri de katılıyor. Örneğin; sınıftaki matematik dersinde görülmesi mümkün olan, aslında matematiğin zaten içinde hikâyeler ve gerçek hayatla bağlantılar barındırdığı gerçeğidir. Bu, “hikâyeli problemler” şeklinde kendini gösterir. Fakat hikâyeli problemler genellikle birbirinden ayrıktır. Her biri ayrı bir konuyu içerir ve büyük tek bir hikâye anlatmazlar. Bir başka sorun ise matematikteki gerçek hayat unsurlarının genellikle öğrencilerin hayatlarındaki gerçek meselelerle bağlantılı olmamasıdır. Hikâyeli problemleri, matematik tabanlı kurgu öyküler ile matematiği öğrencilerin hayatlarına bağlamak için bir fırsat olarak kullanma imkânları araştırılmalıdır. (Kaynak: https://edut.to/2Q7daLV)

Kahramanı sen olsan da, hikâye benim… diyor Nazan Bekiroğlu. Bu tarih yazımı ile ilgili “Tarih yazmak mı, tarih yapmak mı?” sorusuna benzer tartışmayı hikâye alanına da taşıyabilir. Yani: “hikâye olmak mı, hikâye yazmak mı?” Bu konuda Steve Jobs da tarafını belli etmişti: “Dünyadaki en güçlü kişi hikâye anlatıcısıdır” diyerek. Kur’ân da, en güzeli, en güzel hikâyelerle anlatmayı ifade gücündeki taklid edilemezliğin bir unsuru olarak kullanmıştı.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*