Kodlar

3.14159265…… “Melekler ölmez” diyor Mor ve Ötesi. “Hiçbir şey tek başına sonsuza kadar yaşayamaz ya da devam etmez” deniyor. O hâlde melekler de ölür… “Ancak Pi sayısı hariç” deniyor. Yani doğurmaya devam ettikçe… çoğalır, ki çoğalmak parçalanmak gibidir. Pi’nin içine doğumlar sürdükçe… Arttıkça zayıflatır, o hâlde yeni şifreler gerekir; yeni şifreler için yeni asallar gelmelidir. Ama hiçten. Asallar, hiç yoktan, birden ortaya çıkıştır. Sonsuz asallar olduğunu bildiğimize göre; sonsuz hiçten ve bir anda olmalıdır. Mutlak kaynak; yaratıcı “mutlak mücerred” ki biz O’na “Zât-ı Akdes” diyoruz. Hüve’l Bâki. O doğurulmamıştır, doğurmamıştır. Eşi, benzeri yoktur. Her şey O’nun “ol” demesiyle olur, her şey O’nun varlığı ile kaimdir. O’na bir hat ve sınır yoktur. Ezelî ve Ebedî’dir. Hüv’el Evvelû, vel Ahirû, vezZâhirû, ve’l Batîn…

Bediüzzaman: “…zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihatasına” (Lemalar) demek suretiyle “hafızada eksiksiz bilgiler var ve mükemmel bir şekilde korunuyor, bozulmuyor” sonucuna varıyor. O hâlde insanın hâfızanın bozulduğunu düşündüğü nokta, kendi zihin kodlarında yaptığı tahribat olmalıdır. Burada ortaya çıkan rahatsızlıklar hafızaya ulaşılmadaki sorunlardan ibarettir.

Allah her şeyi kodlarla insan zihnine bağlamıştır; ondan ilk olarak okumasını istemektedir. Yani, çözüm (decode) insanın zihin çarklarında işlenmektedir: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle. / Yaratan Rabbinin adıyla oku! / İnsanı bir kan pıhtısından yarattı! / Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. / O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. / İnsana bilmediği şeyleri öğretti. / Hayır! Doğrusu insan azgınlık eder. / Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için. / Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbine’dir.

Mahmut Kaplan, “Bu kelimeler değil aradığım” diyor “oku” emrine uymanın günlük telaşını hatırlatarak. O hâlde: En güzeli  ötelerden / Çok uzaklardan bir saba esintisi / Götürülen paylaşılmamış şafaklardır / Bir yerlerin / Rüyaların yarıda kesilmediği / Yürek vurucu solukları / Derin alabildiğine derin…

İşte… Karadeliğin yakınındakini uzakta seyreden için bir saniye, yıllar ve hatta asırlar olarak yaşanıyordur. Olay ufkunda ise seyir mümkün olmaz. İçeri düşen için zaman da, mekân da olağan hâlinde işler… Beyaz delikler ve solucan delikleri ile uzayı bükebilir ve karşı tarafa geçebilir. Burada kodlar çözülmüş; karadelik beyaz delikle, uzaklık solucan deliğiyle çözülmüştür. Parçacık bütünle aşılır. Harfler kelime ile… sayılar işlemlerle… mesafeler uzayla… Kocaman bir demir küre ve ancak bir atom kadar aralıkla bir tane daha koyarak solucan deliğini açabiliriz diye düşünüyor… Bu ise bir göz kırpması kadar bir zamanda tamamlanacak bir sonsuzluk istiyor.

“Kelimelerde kodlanan yaratılış”ı Bediüzzaman şöyle okuyor:

“Rububiyet-i âmmenin işaretlerindendir ki, kâinat kitabında öyle büyük harfler vardır ki, o harflerin bir kısmında bir kelime yazılıdır. Bir kısmında bir kelâm, bir kısmında bir kitab yazılıdır. Meselâ: O kitabda bahr, şecer, arz birer harf makamındadırlar. Birinci harfte semek kelimesi, ikincisinde şecer kelâmı, üçüncüsünde hayvan kitabı yazılmıştır. Hattâ, Yâsin suretinde tam Yâsin Suresi yazıldığı gibi, bazı masnuatta, bir kelime olan isminde, çekirdeğinde o masnuun suresi ve kitabı yazılmıştır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Her okuma estetik olmak kaygısındadır; bu bir zorunluluktur. Her bir şeyin aynı zamanda delil olması, içindeki kodların çözümünü ve işlenmesini gerektiriyor. Hofstadter’in “Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedî Gökçe Belik” adıyla çevrilen kitabındaki “Prelüd… Karınca Fügü”ndeki diyaloglardan bir bölüm:

“Akhilleus: Çok ilgi çekici. Heyecan sizin içinizde bir yerde sessizce yatıyor, ama kendi kendinize onu bilinçaltından çekip çıkaramıyorsunuz.

Yengeç: Doğru. Heyecanı tekrar yaşama potansiyeli beynimin yapısında bilinmeyen bir biçimde ‘şifrelenmiştir’ ama onu irademle ortaya çıkarma gücüne sahip değilim; tetiklenmesi için bir ‘rastlantının’ oluşmasını beklemem gerekiyor.”

Elbette o ‘rastlantı’ hiçbir zaman ‘oluşmaz’.  Çünkü rastlantı oluşmaz. Kodları çözen, kodları içine atan ve şifreleri yaratandır… Fermat’ın meşhur denklemi de (a^n+b^n=c^n) sırrın bir parçası, şifrenin bir basamağıdır; küçücük bir yorum, ince bir ilhamdır.

Tabiat bütünü ve her bir parçası ile mükemmel sonuçlar içerir. Feynmann’ın dediği gibi, atom altı da birleşerek üretilen yapılar kadar güzeldir ve işlenmeye sahip yetenektedir. Sayılar John Nash’in gördüğü gibi, en iyi arkadaş olabilirler. Hakikate bırakana kadar yoldaşlıkları çok sağlamdır. Karşılıklılık, eşitlik mü’min zihninin ortaya çıkardığı biçimlerdir. Kâfir ise tek taraflı bakmaktan kurtulamaz. İyi kötü, güzel çirkin, mülk melekût… Bunlar bir şeyin iki yüzünü tamamlayan sûretlerde gizlenmiştir…

Umberto Eco tam ikiliği kabul eder. Beynin dijital bilgisayar gibi sürekli olan her şeyi süreksiz alternatif seçimlere dönüştürdüğünü öne sürer. Chomsky kişisel keşifleri, Foucault sistemi öne sürer. Bediüzzaman da “temsilî hikâyecikler”le insan içindeki ikili karakterlerin seçimlerini karara dönüştürerek bir inanç alanı oluşturur.

Eco’ya göre, bütün işaretler sözel veya görsel doğal olmaktan ziyade kültüreldir. Bununla birlikte, kimi durumlarda ‘zebra’ kelimesini duymak ya da okumak için bir zebranın fotoğrafına bakmak, zebranın kendisine bakmaktan daha uygun olabilir. Burada görüntünün bakılması ile anlaşılması arasındaki farklara odaklanmak gerektiği vurgulanıyor. Aslına bakılırsa, birinin diğerinin yerine geçmesi estetiği bozar, şeffafiyet estetiğin vazgeçilmez bir unsuru olmalıdır. David Hume’e göre ise, şeylerdeki güzellik zihnin çarklarında üretilir. Bediüzzaman, Münâzarât’ta: “Kemâlin cemâli dindir. Hem din; saadetin ziyasıdır, hissin ulvîyetidir, vicdanın selâmetidir”, diyerek zihinde şeffafiyetin kaynağını şeriatte belirliyor. Şu hâlde: Çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler var (Emirdağ Lâhikası), diyerek şu sorulara da çözüm kapısı açıyor:

Estetik olan doğal olan mı, yani kıyaslanabilir olan; yoksa kültür, dijital, yani ikili olan mı?

Yani, üretilen ve zihinde kodlanan gelenekselin seçimi şeklinde belirlenen mi, yoksa ilk hâldeki karışık sesler mi? Yeni kodlar üretmek, eskinin ya da yeninin kullanılmış ya da başkalarına ait olup dönüştürücü ve bağlayıcı ve mahkûm edici kodları mı?

Tarkovski, örneğin, o da isyan ediyor ve kültürün fıtrata uymadığını ima edebiliyor; ancak yeni bir öneri olarak, meselâ Sanskritçe birkaç kaynaktan öte gidemiyor. Beyinlerin ve bedenlerin içine yerleşen bir virüs, önce kodlarını değiştiriyor, sonra onları yürüyen ölülere dönüştürüyor. Bunlara direnen ya da bunlarla savaşanlar korunabilmek için hayatlarını değiştiriyorlar. Ancak salgın herkese ulaşmıştır; onlar da virüs kapmışlardır. Canlı kaldıkları sürece bir sorun yoktur, yaşamak zorundadırlar; ancak öldüklerinde sonuç diğerleri gibi olacaktır. Tekrar dirilip yürüyen ölüye dönüşecekler ve ancak kafalarına sıkılarak ya da beyinleri yok edilerek gerçekten öleceklerdir.

Yeni kodlar üretmek için “azınlık fikri” ne kadar çözüm? Aşırı çoğalmak ise anarşiyi getiriyor. İnsan robot olamıyorsa, robot insan olabilir mi?

Yeni kodlar, beyinler üretmek? Tek bir robotu bile, sadece bir deney için fiziksel olarak üretip bu sayılarda deney yaptırmak ciddi yatırım gerektirirken; bir deneyi binlerce robotla yapmak ise neredeyse imkânsızdır. O hâlde simülasyonla istenilen miktarda robot üretilebilir. Daha sonra bunlara istenilen sayıda tekrar yaptırdıktan sonra, aralarında görevi en iyi yapanın beyni alınıp diğerleri yok edilir. Bu kodlar, yeniden üretilen yeni sanal robotlara yüklenerek deneylere tekrar başlanabilir. Her seferinde en iyi olanın beyni (kodları) alınıp, yeni robotlara kopyalanarak, bir süre sonra karşılaştığı soruna en kısa sürede çözüm üretip görevine devam eden süper bir robot beyni geliştirilebilir. Bu aşamadan sonra tek yapılması gereken ise, fabrikada ürettiğiniz bütün robotlara bu beyni yüklemektir.

Ancak hayat girdiğinde her şey nihayette eşsizdir; her birinin ayrı dilleri ve kodları vardır. (Asallar!) Canan Dağdeviren bir röportajında yeni çalışmalarını şöyle anlatıyor:

“Dünyanın ve dünyada yaşayan canlıların vücudlarında veya etraflarında oluşan fiziksel değişimleri, bunların hepsi de bir kod şeklinde içerlerinde var, biz bunları decode etmek istiyoruz, yani bunları açmak istiyoruz. Meselâ: gözümüz, burnumuz, derimiz, kalbimiz… hepsi aslında bizimle bir dille konuşuyor. Hatta etrafımızdaki yapraklar, ağaçlar… Fakat biz bu dillerin ne demek istediğini anlayamıyoruz. Onun için yaptığımız; ince, esnek, çekilebilir, herhangi bir noktayla uyumlu olan aletler vasıtasıyla bu dilleri elektronik dillere çevirip anlamaya çalışıyoruz. Aslında pijama tarzı olan tıbbı kişisel “suit type” denen tıbba dönüştürmeye çalışıyoruz. Çünkü pijamalar bol, herkes birbirininkini giyebilir, size uymak zorunda değil. Tıpkı bugünkü tıp gibi. Hepimiz aynı ilaçları kullanıyoruz. Belki de almamamız gereken ilacı alıyoruz ya da çok miktarda almamız gereken ilacı belki de az alıyoruz, bilmiyoruz. Biz de yaptığımız elektronik aletlerle vücuda yapıştırıyoruz veya inplant ediyoruz. Vücudda gelişen değişiklikleri doktorlara arayüz vasıtasıyla bildiriyoruz ve doktorlar da buna göre tedavi yapıyor.”

“Asıl kodlar duygulardır” kimilerine göre de… Charlie Chaplin sessiz filmler çekme konusunda hep ısrarcı oldu. Çünkü hep savunduğu gibi, konuşsaydı onu yalnızca İngilizce bilenler anlayacaktı. Oysa dünya Amerika’dan ibaret değildi. 70. yaş gününde kendine hediye ettiği şiirin bir kısmı şöyleydi:

”Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda anladım ki; / Duygusal acılar ve keder bir uyarıydı bana, / Kendi gerçeğime karşı yaşadığımı anımsatan. / Biliyorum, bugün buna / ‘Özgün olmak’ diyorlar…”

Satya Nadella da benzer şeyler söylüyor: “Kodlama bir şiir gibidir. Ben her zaman şiirden etkilendim zaten. Birkaç dizede çok şey anlatma sanatı… O yoğunluk… Kodlama da aynısı.”

Bediüzzaman, kendi kelimelerinin bu yoğunluktan nasıl çıktığını anlatıyor:

“Kezalik bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlakın, keyf için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünki bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticalî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müdhiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeğe başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünki takib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akıla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delalet için değildi. Ancak kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.”
(Mesnevi-i Nuriye)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*