“Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarf edecek. İşte o dava ise, yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?” (Asa-yı Musa) diye soruyor Bediüzzaman.
Üstadın bahsettiği meşhurlardan biri olan Dante; İlahi Komedya’da -gerçi Cennet ve Cehennem’i fantezi veya intikam alanına çevirmişti- yine de hep Cennet güzelliği ile sonsuz nuru yakalamaya çalışıyordu. “Mühendis, daireyi ölçmeye olanca dikkatiyle kendini verdiği ve düşündüğü halde, ihtiyaç duyduğu o ilkeyi nasıl bulamazsa, ben de bu yeni görünüm karşısında öyleydim. Tasvirin, daireye nasıl uyduğunu ve orada nasıl yer edindiğini görmek istiyordum” diyordu. İlâhî ışıkla aydınlanmış öbür dünyaya yaptığı yolculuğunda Dante, bir dünya görüşünün bilançosunu çıkarır. Bu yolculuğun, Kâinatın Efendisi’nin (asm) miracının izlerini takiple başlaması Hristiyanlığın kayıplarıyla bozguna uğramıştı. Hâlbuki Cennet için Kur’ân zihnin çarklarına mükemmel bir “neş’e” katmaktadır.
“Siz ve eşleriniz, muhteşem bir şekilde karşılanıp ağırlanmak üzere Cennet’e girin. Orada altın tepsiler ve bardaklar Cennetliklerin çevrelerinde dolaştırılacaktır. Orada canların istediği, gözlerin zevk aldığı her şey vardır ve siz orada sonsuza kadar kalıcısınız.” (Zuhruf Suresi: 70-71)
“Allah’a itaatsizlikten sakınanlar ise güvenli bir yerdedirler; dostlarla karşı karşıya ipekli ve sırmalı elbiseler giymiş olarak Cennetlerde ve su kaynaklarının başındadırlar. Ayrıca onları beyaz tenli, ceylan gözlü eşlerle birleştireceğiz. Orada güven içinde her meyveden isteyebilecekler. İlk ölümlerinden başka bir ölüm tatmayacaklar. Rabbin, onları bir lütuf olarak Cehennem azabından da koruyacak. İşte büyük kazanç budur!” (Duhan Suresi: 51-57)
“Rabbine itaatsizlikten sakınanlara vaad edilen Cennetin temsili şudur: İçinde nitelikleri bozulmamış su ırmakları, tadı bozulmamış süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları bulunan bir bahçedir. Onlar için ayrıca orada her meyveden mevcuttur, üstelik Rablerinden bir de bağışlama lütfu. Şimdi bunlar, ateşte devamlı kalan, bağırsaklarını parçalayan kaynar su içirilen kimseler gibi olur mu hiç?” (Muhammed Suresi: 15)
Bediüzzaman bu âyetlerden ilham alarak şöyle “şirin bir tefsir” yapıyor: “İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev’i ve ruhanîler cemaatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem her biri külliyetiyle; hem her bir ferdi, tek başıyla Sâni’-i Zülcemal’inin esmasını gösterdikleri gibi; onun cemâline, kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemâl ve kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. Ve o cemâl ve kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emaratıdır. İşte şu nihayetsiz enva’-ı kemâlât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette hâsıldır. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.” (Sözler)
Bu ışıkla görülen bir şey; Dünya’yı güzelleştirmek mü’min için Cennet’e kavuşma duasının ümidinin işareti sayılmalıdır. Bunun için mü’min medenîdir, ehl-i ilim ve san’attır. Disiplinli ve ciddiyetlidir. Ehl-i küfür ise, Cennet ümidi olmadığından dünyayı içinde kalan güzellik sevgisinin tek mekânı zannederek görüntüde çirkin olanı güzelleştirmek ister. Bunun içinde yıkmak ve yeniden yapmak vardır. Çünkü var olanın ötesinde bulunan arkadadır; arkadakini ortaya çıkarmak için görüneni ortadan kaldırmak gerekecektir. Bu sebeple küfür tabiata rakiptir. Kıyametin temizliğini haşrin yenilemesini ümit etmediğinden dünyayı tek vatan görür; kazdıkça özünü arar. Bu da içinde kalan güzellik sevgisinin arayışıdır. Nasreddin Hocamız kaybettiği şeyi yerinde değil de başka aydınlıkta arayarak bunlara karşı mizah yapmıştır. Aynen hakikati söylemiştir.
Bir de yalancı cennetler var. Tarihte olagelen kurgu cennetler…Dünya cennetini “dibine kadar” yaşıyor modern insan. Gündüz Vassaf’ın “Cennetin Dibi”nde söylediği gibi: “Yaşadığımız yüzyıl boyu ‘ben kimim?’ diye soran insanlar, edebiyattan tutun da psikiyatr koltuklarında, kır gezintilerinde, yeni dalga dinlerinde, Sartre’ın özgürlük bunalımlarında ya da birbirlerinde kimliklerini, kendilerini, bireyselliklerini araya durdular.” Dünyada savaşlar süredursun, şirketler ürünlerini şiddet ya da saldırganlık çağrıştırmadan huzurlu bir masal dünyasında sunmak istiyorlardı tüketiciye. Vassaf’ın “görüntü oluşturma dâhileri” dediği, alışveriş merkezlerindeki tüketici timlerinin bir görevi de olumsuz tüketici imajını ortadan kaldırmaktı. Yeni tüketici ahlâkı bunu gerektiriyordu. Reklamların verdiği ve genelde herkesin benimsediği imaj ve davranışlara ters davrananlar ayıplandı. “Ne olur ne olmaz diye, bir çok insanın evinde gizli bir yere saklanmış bir aynası var artık. Kimi kendisini ekrandakinden ayırt edebilsin diye kullanıyor aynayı, kimi de kendisine bakıp ekrandakinin görüntüsüne benzediğini hatırlamak için.” (Cennetin Dibi)
Sanatın kaynağı Cennet sevgisi ve Cehennem korkusudur. Evet, iman olmazsa “san’at beş para etmez”. Ama varsa ve iman inkişaf etmek için çeşitlenmek isterse? O hâlde iman tehlikeye girdiği anda sanatı bırakıp Cennet sevdası ve Cehennem korkusuna bakmaktan geri çevirir; gözünü imanın yanışına çevirir, yangını söndürmeye gider. Sonra yine san’atına döner. Güzellik sevgisini aramayı sürdürür. E. Renan, “Dehanın yüzde doksan dokuzu yaşama sevincidir” diyordu. İbn-i Arabî de güzellik sevgisinden bahsediyor… Cennet, güzellik sevgisinin büyüyerek sonsuz diziler şeklinde geliştiği mekândır. Cennet’e ancak güzellik sevgisi ile girilebilir. “Tasavvufun özü mahviyettir, nihayeti ise hiçlik” ifadesi üzerine Hüsrev Hatemi bu noktaya dikkat çekiyor: Tasavvufun özü mahviyyettir. Fakat nihayetinin hiçlik olmasını ben kabul edemiyorum. Yunus tasavvufunda asıl neş’e “nihayettedir.” Aktık denize dolduk taştık Elhamdülillah Kur’ân da hiçlik değil hayat vaad eder. Hiçlik için bir müridin o kadar çile çekmesi neden?
Eşref Edip bir röportajında anlatıyor Bediüzzaman’ın heyecanını: “Sonra, ben cem’iyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cem’iyetin, yirmi beş milyon Türk cem’iyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünki vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat) Üstad burada yanmanın geçici olacak bir yanış olduğunu söylüyor. Yoksa asıl mekân ancak Cennet’tir. Ali Ulvi Kurucu bu ortamı anlatırken:
“Evet, azim ve imanları, aşk ve emelleri henüz kemâle ermemiş olan birçok Müslümanlar; maalesef acıklı bir yeis içinde idiler. Böyle bir zaferin tahakkukunu, hayâl ve muhal görüyorlardı. Fakat bütün feyiz ve nurunu insanlığı tenvir ve irşad için İlahî bir güneş hâlinde Arş-ı A’zam’ın pür-nur ufuklarından inen Kur’ân-ı Kerîm’den alan Nur neşriyatı, durgun gölleri andıran gönülleri deryalar gibi coşturmuş, kasvet ve hicran yıllarının ümid ve emellere vurduğu müdhiş zincirleri kırmıştır. O nur kaynağından fışkıran o serapa feyiz ve hikmetler saçan eserler; hislerin, fikirlerin ve bilhâssa alevler içinde yanan ruh ve vicdanların ezelî ve ebedî ihtiyaçlarına cevab verdiği gibi; onları dalga dalga boğucu karanlıklar muhitinden, tertemiz ve pırıl pırıl nur ufuklarına çıkarmıştır.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi) Yani Cennet’e.
İman bir hüsn-ü münezzeh ve mücerret olduğundan hem soyut (mecazî) hem cismanî (somut) karşılıkları olmalıdır. İman sadece fikirden ibaret değildir; hisler ve hevesler de somut karşılıkları bulmalıdır. Çünkü his ve hevesatta sınır yoktur. O hâlde sonsuz ve sınırsız tatmine açıktır. Sonuçları da böyledir: “Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler fıtrî tahdid olmamış. Onda çıkan hayr-u şer, lâyetenahî gider. Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inad birleşse; öyle günah oluyor ki beşer şimdiye kadar Ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir. Hem meselâ: Bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâm’ın felâketini kalben arzu eder. Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.” (Sözler )
Çünkü: “Cennet olmazsa belki Cehennem tazib etmez.” (Sözler) Şeriat kanunları (tabiat ve din) sonsuz ve somut karşılıklar üretir. Amel-i salih neticesi rıza ve güzellik sevgisi ortaya çıkar. Güzellik sevgisi Cennet’te karşılıklarını bulur. Kim Cennet’i istemez? Allah’ı sevmeyenler. Güzellik sevgisi ayrıca Peygamber’i (asm) sevmeye bağlanmıştır. Cennet sevgisinin üstünde (aslında) rıza-i İlâhî vardır; özü ve esasıdır. Yunus Emre’nin “Bana Seni gerek Seni” demesi aslında Cennet sevgisinin özü ve esasını ifade eder. Hiçbir iman dolu yürek Cennet sevgisi olmadan yaşayamaz; dünya hayatı dahi sırf Cennet’ten ayrı kalmanın verdiği bir gurbet olarak geçmektedir. Cennet sevgisi içindeki güzellik sevgisi imandan başka yerde sağlıklı olarak yaşayamaz. Heykeller güzellik sevgisini koruyayım derken dondurur, kurutur; çürütür. İnsanın sadece dünyada güzellik sevgisini koruması mümkün değildir. Çünkü: “Muhabbet ettiğin şahıs da, ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez.” (Mesnevi-i Nuriye)
Kadın ve erkek muhabbeti de güzellik sevgisindendir; korunabilmesi Cennet sevgisi ile mümkündür; “Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyevîyenin ihtiyacından ileri gelmediğini, belki ebedî bir hayatta ciddî bir arkadaş olmak için, o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle o kadının, ebedî arkadaşı olan kocasının ebedî arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü kat’iyyen ve fıtraten iktiza ettiğini ve sefih, gaddar medeniyetin “gayr-ı fıtrî ve esarettir” demelerini iskât etmekle beraber, tesettüre kat’î emrediyor.” (Lem’alar)
İşte iman-hayat ve şeriat tanımlaması bu şekilde imanı, güzellik sevgisi, Cennet sevgisi ve haram-helâl ile amel-salih bütünleşmelerinde sonsuz bir neticeye ulaştırabiliyor.
“İman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapanlara, kendileri için zemininden ırmaklar akan Cennetler bulunduğu müjdesini ver. Onlara Cennetteki meyvelerden biri rızık olarak her sunulduğunda, ‘Bu daha önce de bize rızık olarak verilendir’ derler. O kendilerine, benzer şekilde verilmiştir. Ayrıca onlar için orada temiz eşler vardır ve orada onlar sonsuza kadar kalıcıdırlar” (Bakara Suresi: 25) tefsirini yaparken Bediüzzaman şöyle diyor: “Şimdi bu âyetin cümlelerini biri birine bağlayan münasebetlere gelelim: Evet, bu âyetin cevherlerini nazmeden ve cümlelerinin silsilesine medar-ı bahis olan nokta, “saadet”tir. Şöyle ki: Saadet-i ebediyye, iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre, saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılâp eder” (İşaratü’l-İ’caz)
İbn-i Abbas: “Cennet’te, dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.” “Yani isimleri birdir, fakat lezzetleri ayrıdır.” (İşaratü’l-İ’caz)
Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: Cennet’te ağaç yoktur. Oraya çok ağaç dikiniz! Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, tesbih, tahmid, temcîd ve tehlîl okuyarak buyurdu. Yani, (Sübhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallahü vallahu ekber) diyerek Cennet’e ağaç dikiniz, buyurdu.
Cennet bir çiçektir, diye tefsir eden Bediüzzaman’ın, Efendimizin (asm) bu hadisini tekrar ettiği anlaşılıyor. Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyada harfler ve sesler şeklinde zikirle, kelimelere yerleştirilmiş olduğu gibi, Cennet’te bu kemâller ağaç şeklinde bulunmaktadır. Cennet’te bulunan her bir şey, dünyadaki ibadetlerin ve hayırlı işlerin meyveleridir. Rabbin kemâllerinden herhangi biri, bu dünyada derc edilmiş hâlde iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleştirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennet’te lezzetler, nimetler perdesi altında ortaya çıkar. Meselâ, burada elma yersin, elhamdülillah dersin, orada elhamdülillah yersin. Yani her nefis mutmain olarak Cennet’te bulunur. Çünkü erzakını buradan götürmüştür.
İlk yorumu siz yazın